Please Enable JavaScript in your Browser to Visit this Site.

top of page

St. Niklaus Van Der Flue’un Rüyaları ve Vizyonları Ders 9

Güncelleme tarihi: 21 Şub

Ders 9 – Niklaus Van Der Flue’un Rüyaları ve Vizyonları


(St. Niklaus Van Der Flue’un Rüyaları ve Vizyonları – Marie‑Louise von Franz)


Jung Enstitüsü, 10 Temmuz 1957


St. Niklaus Van Der Flue’un Rüyaları ve Vizyonları

1. Kısmı

Geçen sefer, St. Niklaus’un vizyonunun ortasında kalmıştık; vizyonda önce beyaz cübbe giymiş Baba’yı, sonra yine beyaz cübbe giymiş Tanrı Annesi’ni görüyor, her ikisi de Oğulları için yaptıkları iyilikten dolayı ona teşekkür ediyorlardı. Ardından, aniden St. Niklaus, Mesih’in yanında oturduğunu fark ediyor; Mesih de ona yaptığı iyilik için teşekkür ediyor ve St. Niklaus, Mesih’in tam olarak giydiği giysiyi – yani kırmızı serpiştirilmiş (muhtemelen kanla lekelenmiş) beyaz cübbeyi – giydiğini keşfediyor.


Ayrıca, görünmeyen bir başka figür, Kutsal Ruh (aracı) da vardır; çünkü o önce Baba Tanrı’ya Niklaus’a teşekkür etmesini emreder, ardından onu Tanrı Annesi ile tanıştırır. Böylece bu dört figür arasında bir bağlantı kurulmuş olur.


Böylece, Baba, Anne ve Oğul’dan oluşan göksel dörtlüye ek olarak, dördüncü figür olarak ilahi dörtlüye entegre olmuş St. Niklaus yer alır. Dördüncü unsurla birlikte insan, dörtlüye girer; Kutsal Ruh ise “beşinci öz” (quinta essentia) olarak işlev görür. Yani, o, dört unsuru birleştirerek bütünlük sağlayan birlik ruhudur.


Geleneklere göre Kutsal Ruh’un bu rolü “Paraklet” (Teselli Edici) olarak bilinir; İncil’e göre Kutsal Ruh ile dolu insanlar, Mesih’ten bile daha büyük işler yaparlar. Böylece, Kutsal Ruh, insanın Mesih figürünü daha da özümsemesini sağlayan, diğer bireyleri Mesih’e paralel figürlere dönüştürmeye yetkin bir araçtır. Bu durum, hatta ortodoks Hristiyan öğretisiyle de uyumludur.


İçsel karşıtlıklarla yaşadığı acı ve gerçek kişisel dini deneyimlere yönelik muazzam çabası sonucunda, St. Niklaus’un çarmıha gerilme deneyimi yaşadığı söylenebilir. Bireyselleşme süreci onun için o kadar gerçek hale gelmiştir ki, içsel zıtlıklar tarafından parçalanmış ve bu yüzden Mesih’in simgesel renkleri olan kırmızı ile beyazı giymiştir. (Kırmızı ve beyaz; simyasal karşıtlıkların renkleridir.)


Filozof taşı’nın son aşamaları, önce albedo yani beyazlık, ardından rubedo yani kırmızılıkla gelir. Göksel evlilik, kırmızı ile beyazın birleşmesi olarak temsil edilir. İşte bu sembolizm, Mesih ve St. Niklaus’un kırmızı-beyaz cübbelerinde kendini gösterir.


Acı çekerek ve bireyselleşme sürecinden geçerek, Niklaus, Mesih’in ikiz kardeşi haline gelir; böylece simyacılar tarafından “Mesih’in ikiz kardeşi” benzetmesiyle tasarlanmış filozof taşı’nın rolünü yerine getirir.



St. Niklaus Van Der Flue’un Rüyaları ve Vizyonları

2. Kısmı – Jung’un “Psychology and Alchemy” Üzerine Yorumundan Alıntılar

Psychology and Alchemy adlı eserinde, (Alman versiyonu s. 480–483, 1944 baskısı; İngilizce çevirisi s. 339–341) Jung, filozof taşı sembolü ile Mesih sembolizmi arasındaki ilişki üzerine şöyle der:


“Simyacılar asla kendilerini Mesih ile özdeşleştirmeyi düşünmemişlerdir; aksine, simya, Mesih’e benzettiği arzulanan madde, lapis’i ön plana çıkarmıştır. Bu, aslında özdeşleşme meselesi değil, ‘gibi’ veya ‘benzeri’ şeklinde hermenötik bir ilişkilendirme meselesidir.”


Ortaçağ insanı için benzetme, mantıksal bir figürden ziyade gizli bir kimlikti. Simyacı, farkında olmadan imitatio Christi (Mesih’in taklidi) fikrini bir adım daha ileri taşıyarak, daha önce bahsettiğimiz sonuca ulaşır: Kurtarıcı’ya tam olarak özümseme, onun (özümseyenin) kendi ruhunun derinliklerinde kurtuluş işini sürdürmesini sağlar. Fakat bu sonuç bilinçdışı kalır.


Yani, insan Mesih’in taklidini en uç noktaya, hatta bir adım daha ileri taşıyorsa, Mesih ile özdeşleşir. Ancak bu özdeşleşme Ego düzeyinde değil, insanın daha büyük bütünlüğü içinde, yalnızca Mesih benzeri olarak gerçekleşir. Çünkü Mesih benzerliğiyle, Mesih’in işlerini yerine getirebilir. Mesih’in işi insanı kurtarmaktır, fakat bir adım öteye gidildiğinde, Tanrı’yı kurtarmaktır. İşte bu, Mesih figürü ile filozof taşı arasındaki farkı oluşturur. Hristiyan kurtuluş anlayışında Mesih, insanı kurtarmaya gelir; yaratık, ağaç, hayvan ve taşların başına ne geldiği belirsiz bırakılır.


Simyacı, mistik amacının kendini kurtarmak olmadığını, maddedeki ilahi özü kurtarmaya odaklandığını, kısacası Tanrı’yı – maddedeki ilahi özü ve yaratılıştaki ilahi kıvılcımı – kurtarmaya çalıştığını belirtmiştir.


Modern insanın bilinçdışıyla başa çıkma çabasıyla benzetme yaparsak, kişi bilinçdışına yalnızca daha iyi hissetmek veya daha kolay bir yaşam sürmek umuduyla değil, belirli semptomlardan kurtulmak amacıyla analize girer. Bir süre sonra, eğer bu aşama aşılırsa, bireyselleşme sürecinde bir dönüm noktası gelir; kişi “Nasıl bir rüya görerek daha iyi hissedebilirim?” yerine “Bilinçdışının gizli saklı anlamı nedir ve benden ne yapmamı istiyor?” diye sormaya başlar. Ve o zaman, kişi, öznel olarak bakıldığında süper kişisel olan bir gücün hizmetkarı olur; bireyselleşme süreci, içsel daha büyük şeye hizmet etme, onun gerçekleşmesine yardımcı olma işi haline gelir. Artık bu süreç, Ego’nun veya insanın kurtuluşu ya da bazı sosyolojik yardımlaşmaların ötesine geçer; çünkü nihayetinde asıl ilgi çekici olan şey, bireyselleşme sürecine hizmet etmektir.


Bazı mistikler, iyi işler yapmaktan, iyi eylemlerden yola çıkarak, kendi durumlarından bağımsız olarak ilahi merkezin mutlak hizmetkarları haline gelmeye ilerlemişlerdir. Aynı fikir, simyacılar tarafından da bilinçdışında gerçekleştirilmiştir; onlar, Hristiyan mistisizmini eski sınırlarının ötesine taşımaya çalıştıklarını fark etmemiş ve bu yüzden yalnızca sembolik olarak ifade etmişlerdir.



St. Niklaus Van Der Flue’un Rüyaları ve Vizyonları


3. Kısmı – St. Niklaus’un Vizyonlarından ve Sonrasında Gelişen Süreçten

St. Niklaus’un son vizyonunda, onun, kendi içsel bireyselleşme sürecinin yükünü ödün vermeden yaşamış ve farkında olmadan tüm acıyı üzerine alarak Mesih figürüyle benzerlik kazandığı, aynı zamanda Tanrı’nın kurtarıcısı haline geldiği ifade edilir. Bu durum, teologlar tarafından asla vurgulanmamış, göz ardı edilmiştir.


Answer to Job adlı eseri okuduysanız, Jung’un, Tanrı’nın insan olup çarmıha gerilme kararının nihayetinde Tanrı’nın kendi karanlığından acı çekmesinden kaynaklandığını belirtmeye çalıştığını hatırlarsınız. Resmi görüşe göre Tanrı, bizi kurtarmak için insan olmalıydı; günahlar bizimdi ve Tanrı, bizi kurtarmak için insan oldu. Fakat eğer, insanın ilahi gölgenin yükünü taşıyamayacağını, günahlılığının büyük bir kısmının ona zorla yüklendiğini fark edersek, Tanrı’nın insan olup çarmıha gerilmek üzere karar vermesi, kendi içindeki karşıtlıkları kabul ettiği, gölgesinin acısını çektiği ve bu yolla kendini kurtarıp kendi karşıtlıkları için, hatta insanın günahlarından daha fazla bedel ödediği söylenebilir.


Mesih benzeri hale gelmek, St. Niklaus’un, bölünmüş olmasından kendini kurtarmaya çalıştığı ilahi bir gelişmedir. Aynı problemi – karşıtlıkları – kendine yükleyen her insan (küçük ölçekte olsa bile), sanki Tanrı’nın imgesinde devam eden bir sürecin gerçekleşmesi haline gelir. Bu durum, St. Niklaus’un vizyona sahip olmuş olmasının, o an görevini henüz anlamamış olduğunun bir göstergesidir.

Eğer bir kişi böyle bir vizyona sahip olmak için hangi zihinsel çerçevede olması gerektiğini sorarsak, o kişinin acısını çok kişisel alması, doğru olanı yapmaya çalışıp neden yaptığını anlamaması, bu dünyanın dar düşünceleri arasında kaybolup kendi ruhunun karanlık arka planını kavrayamaması gerektiğini söyleyebiliriz. O, o dönemde görevini ve kendisine gizli olanı – olup biteni –, Mesih benzeri hale geldiğini anlamamıştı; adeta Mesih’in benzeri olma sürecine çekilmişti.


Her bireyselleşme süreci, aslında Tanrı’nın kısmen insana dönüşmesi anlamına gelir; yani her bireyselleşme süreci, projeksiyonlu yansıtılmış formunda, İlahi’nin enkarnasyon sürecidir. Jung, Answer to Job’da, Vahiy’de St. John’un vizyonunun yaklaşık MS 1000 civarında başlayan ve günümüze kadar süren Balık Aion’un çatışmasının ikinci kısmını önceden haber verdiğini belirtir.


Mesih figüründe, yalnızca Tanrı’nın aydınlık yönü insan olmuştur; çünkü Mesih günahsız doğmuş ve yaratılmıştır. O’nun insan olması sırasında karanlık yönüne dokunulmaması için büyük özen gösterilmiştir; yalnızca aydınlık yönü enkarnasyon olmuştur. Bu, belki de daha ileri bir enkarnasyon için sağlam bir temel oluşturma amacı taşımaktadır. St. John’un vizyonunda, Tanrı’nın bir kez daha enkarnasyon geçireceği ve bu sefer hem karanlık hem aydınlık yönüyle – çöle kaçan kadının çocuğu şeklinde – olacağı fikri vardır.


St. Niklaus’un vizyonunda, onun Tanrı’nın daha ileri bir enkarnasyonunun araçlarından biri olmaya seçildiğini görürüz. Aynı vizyonda, Bakire Meryem, o dönemin dogmasından daha yüksek bir düzeyde, Tanrı’nın yanında anne tanrıçası olarak temsil edilirken; St. Niklaus, Mesih’in ikiz kardeşi olarak gösterilmekte, bu iki unsur sıkı bir şekilde bağlantılıdır.


Bakire Meryem, sıradan bir insan olarak, bu sefer ilahi enkarnasyon şeklinde göğe yükselmiştir. Dişil, aşağılık figür göksel dünyada kabul edilmiştir; bu durum, patriarkal dini sistemin, Eros dünyası ve bireyselleşme sürecini taşıyan sıradan insan için yetersiz kalan tek taraflı ruhani gerçekleşmesini değiştirmeye yönelik telafi edici bilinçdışı eğilimin göstergesidir. Bakire Meryem’in St. Niklaus’a bir elma ağacında görünmesi, doğanın yaşamının daha fazla dahil edilmesinin bir işareti olup, Hristiyan dininde eksik olan – Doğa’nın güzelliği ve doğal özellikleriyle kabul edilmesinin – altını çizer.


Resmi Hristiyan sembolü, ölü bir adamın ölü bir ağaçta asılı olmasıdır; fakat St. Niklaus, açan bir ağaçta yaşayan bir kadınla temsil edilir. Bu, bilinçdışı fikrin farkını net bir biçimde ortaya koyar. Ölü odun üzerinde asılı bir ölü adam, çarmıha gerilmede tasvir edildiği gibi, ancak insanın tam bir mortifikasyonu (ölümlenmesi) sonrası gerçekleşebilecek bütünlüğü ifade ederken, yaşayan kadın bu hayattaki bireyselleşme sürecini, doğa ile tam uyum içinde, canlı büyüme ve ağacın açması olarak temsil eder.


Tüm önceki vizyonlar, St. Niklaus Ranft’a çekilmeden önce meydana gelmiştir. Sonrasında iç yaşamı hakkında çok az şey söylemiş; ziyaretçilerine göre, bazen neşeli, mutlu, bazen de üzgün ve içe dönük olmuş; köylü çekingenliğinde, değinmediği pek çok olay başına gelmiştir. Çekilmesinden sonra çok kalabalık arasında ünlü bir kişi haline gelmiştir; bu nedenle, kamuoyunun ilgisi altında daha dikkatli davranmak zorunda kalmıştır. Bilinen tek vizyon, 1474–1478 yılları arasında, ölümünden yaklaşık 13–14 yıl önce, 1487’de 70 yaşında vefat ettiği dönemde gerçekleşmiştir; yani vizyonu gördüğünde yaklaşık 56–57 yaşındaydı.


Heinrich Wolflin, St. Niklaus’un vizyonu sonrasında, onu gören herkesin bakarken dehşete kapıldığını bildirir. Kendisi öyle bir şok yaşamıştı ki, insanlar ondan korku içinde uzaklaşmıştı. Kendisine “Neden böyle?” sorulduğunda, bir vizyonda, insan yüzünü temsil eden, içe işleyen bir ışık gördüğünü, bu ışığı görünce kalbinin küçük parçalara ayrılacağından korktuğunu, öyle bunaldığını ki yüzünü çevirdiğini ve yere yığıldığını; bu yüzden gördüğü şey yüzünden yüzü diğer insanlara korkunç geldiğini söylemiştir.


Bir diğer biyografi yazarı olan, biraz daha güvenilir olmayan Fransız hümanist Karl Bovillus, St. Niklaus’u ziyaret etmiş ve onunla konuşmuş; aynı vizyonu tanımlamış; St. Niklaus’un açık, yıldızlı bir gecede, öfkeli ve tehditkar korkunç bir ifadeye sahip bir insan yüzü gördüğünü belirtmiştir. Her iki rapor da, onun Tanrı’nın yüzünü gördüğünü ve bu yüzün onu öyle korkuttuğunu ki neredeyse aklını kaybettiğini kabul eder.


Psikolojik olarak, kalbinin parçalara ayrılması sembolü şizofreniyi ifade eder; yani, bu deneyime dayanamadığını gösterir. Parçalanma, patlayarak küçük parçalara ayrılmak, deliliğin bir patlamasının resmidir. Fakat St. Niklaus yere yığılmış; bu, onun temel, içgüdüsel akıl sağlığının kanıtıdır ve bu durum, şizofrenik ile normal insan arasındaki farkı ortaya koyar. Aklını kaybetmek yerine, gerçekliğe tutunmayı bildi; zira dünya, insan yaşamının temel fiziksel gerçekliğidir ve o, insan anlayışının ötesinde bir şeye yüzleşmeye çalışırken kendisini kaybetmemek için dünyaya sıkı sıkıya tutunmuştur.


Bu görüntü, Vahiy 1:13’te tanımlanan intikamcı Mesih figürüyle kıyaslanmıştır; orada Mesih, ağzından çıkan kılıçla intikamı üstlenir. Jung, bu nihai vizyonun daha önceki vizyonlarla bağlantılı olduğunu da belirtir. İlk olarak gökyüzünde yıldız ve ışığı görmüş, sonra ışık karın bölgesinde ona değdiğinde dokunmuş, sonrasında yemek yememiş ve şimdi yine bir ışık görüyor; ancak bu sefer insan yüzü şeklinde. Işık gittikçe yaklaşmaktadır. Başlangıçta yalnızca uzakta olan ışığı, bu sefer kendi gözleriyle, içsel bir içeriği, kişileşmiş bir varlığı görür. Psikolojik olarak, bu durum, içerik bilinç düzeyine yavaşça yaklaştıkça ve kişi bir insan yüzü gördüğünde, artık o içeriğin, insanın ona insan tepkisi verebileceği, anlaşılabilir ya da özümlenebilir bir aşamaya ulaştığını gösterir. Sadece içeriğin insan biçimine ulaşmasıyla onu fark edebilirsiniz.


St. Niklaus bu vizyon hakkında çok az şey söyler. Bazıları bu vizyona itiraz etmiş olsa da, böylesine derin bir iç deneyim yaşamış olanlar, ne kadar derin olursa o kadar az şey söyleneceğini bilirler. Bovillus’un tanımına geçelim: Bovillus, St. Niklaus’un bir yüz gördüğünü, başında üç katlı taç ya da papalık taç bulunduğunu, ortasında dünyanın küresi, küre üzerinde ise bir haç olduğunu, yüzün uzun üç katlı bir sakala sahip olduğunu belirtir. Yüzden altı adet tutamakları olmayan kılıç bıçağı farklı yönlere çıkıyor gibidir; biri alnından yukarı doğru çıkarak küreyi ve haçı delerken, diğerleri gözlerden, burundan ve ağızdan farklı şekillerde çıkmaktadır.


Bovillus, Reform öncesi fikirlerden etkilenmiş ve tanımında Papa’nın olumsuz bir figürünü eklemiştir. Martin Luther, bunun papalık sisteminin kötülüğünü gösterdiğini söyler; tüm vizyon, Papa ve Katolik Kilisesi’nin çürüklüğünü ortaya koyar. Görüyoruz ki, St. Niklaus belki de hiçbir şey söylememesi daha iyi olacaktı; çünkü konu, başkaları tarafından o kadar çarpıtılmıştı ki, giderek sessizleşmek zorunda kalmıştır.


İlginçtir ki, bu vizyondan sonra St. Niklaus, inzivasında bunun bir tablosunu yaptırdığı söylenir. Raporlara göre, tablo Bovillus’un tanımladığı gibi değil, Sachseln’deki kilisede gördüğümüz forma daha yakındır. Asıl tablo; sakallı bir yüz, etrafında altı sivri ışın içeren bir tekerlek (üçü dışarı, üçü içeri) göstermektedir. St. Niklaus, tekerlek hakkında kendi yorumlarında asla “kılıç”tan bahsetmemiş, onun yerine tekerleğin “cakılarından” söz etmiştir. Muhtemelen Bovillus, hücrenin karanlığında tabloyu görüp, çubukların kılıçları temsil ettiğini sanmıştır; fakat aziz kendisi böyle dememiş, tekerleğin çubuklarını detaylıca açıklamıştır.


St. Niklaus’un hücresinde yapılan tablonun bir kopyası Sachseln’deki kilisede bulunmaktadır; ancak yüz, orijinal tehditkar yüzü kaldıramayacak birisi tarafından yeniden boyanarak Tanrı’nın tatlı yüzüne dönüştürülmüştür. Altta farklı bir görüntü olduğu görülse de, kilise bu tehditkar yüzün görünmesini istememektedir.


Bir Alman, Ulrich adında, St. Niklaus’un yapmayı arzuladığı bir hac yolculuğu gibi dolaşan, ancak geçmişi hakkında hiçbir şey bilmediğimiz bir mistik, Augsburg’da birkaç farklı versiyonda basılan bir rapor hazırlamıştır. Ulrich, St. Niklaus ile bir görüşme yaptığını, azizin ondan “iradesini ve hikmet kitabını görüp görmediğini” sorduğunu, ardından yalnızca tekerleğin çubuklarını içeren bir çizim getirdiğini ve şunları söylediğini aktarmıştır:

“Çalıştığım ve öğretilerini anlamaya çalıştığım kitabımı görmeni isterim.”

Gösterdiği çizimde altı çubuklu bir tekerlek vardı ve şöyle dedi:

“Bu figürü görüyor musun? İlahi Varlık, merkezde, kutsalların içsel neşe ve zevklerini buldukları, bölünmemiş Tanrı özüdür.

İç çemberi işaret eden üç nokta, o üç kişidir; onlar tek Tanrı özünden çıkarak gökyüzünü ve güçleri altındaki tüm dünyayı kucaklarlar. İlahi güçten çıktıkları için, sonsuz güçte bir ve bölünemezler.

Tekerleğin iç çemberin içe dönük noktasından baktığınızda, küçük bir noktada sona eren büyük bir genişlik vardır.

Çubuğun (cakının) anlamı ve formu nasıl ise, öyle de tüm kudretli Tanrı, gökyüzünü kaplayan ve çevreleyen, küçük bir çocuk biçiminde, en yüce Bakire’den dokunulmadan girip çıkan Tanrı’dır.”


(Bunu şöyle söyleyebilirsiniz: Tanrı içsel olarak büyüktür; fakat dış dünyada insan olduğunda, Bakire’den doğmuş çaresiz küçük bir çocuk olur; bu yüzden dışa çıktığında kendini daraltır.)


“Ayrıca, O bize bölünmez Tanrı özüyle birlikte aynı narin bedeni de yem olarak sunmuştur.

Bu çubuğa baktığınızda, hem iç çemberde geniş, hem de dış çemberde küçük olduğuna benzer; tıpkı tüm kudretli Tanrı’nın, konuk maddesindeki küçücük varlığında gösterdiği büyüklük gibi.

Şimdi, iç çemberde geniş, dış çemberde küçük olan başka bir çubuğu gözlemleyin; işte bu, insan hayatının anlamıdır.

Bu kısa sürede, Tanrı sevgisiyle, anlatılamayacak bir sevinç elde edebiliriz; bu sevinçin sonu yoktur.

Bu, tekerleğimin anlamıdır.”


İleri metinlerin St. Niklaus’a mı yoksa hacıya mı ait olduğu tam olarak belirlenemediğinden ötürü atlıyorum. Görünen o ki, önce St. Niklaus korkunç bir vizyona sahip oldu, ardından bunun bir tablosunu yaptırdı ve bu tabloyu bir mandala ile örttü.


Çok muhtemelen St. Niklaus, Tanrı’nın daire şeklinde temsil edildiği Alman mistiklerinin bu tür çizimlerini ve metinlerini görmüştür. Örneğin, Seuse, O’nu bölünemez bir daire olarak tasvir etmiştir. O dönemin Alman mistisizminde mandala fikri yaygındır; St. Niklaus muhtemelen bunu biliyor ve bu korkunç yüzü böyle bir mandala çizimine entegre etme dürtüsünü hissediyordu.


Jung, kendisinden bahsederken, yalnızlığı ve içsel yönelimi sayesinde St. Niklaus’un kendine o kadar derin baktığını ki, korkunç ve harika, gerçek bir iç deneyim yaşadığını söyler. Bu durumda, mandaladaki Tanrı özünün dogmatik fikri, Tanrı’nın vizyonunu özümsemesine yardımcı olmuş ve onu parçalanmaktan kurtarmıştır. Jung’un fikri, geleneksel daire imgesini ve onun dogmatik yorumunu kullanarak, bu mandala çiziminin düzen aracı rolüyle, kendisini psikolojik parçalanmadan – hatta şizofrenik patlamadan – koruduğudur. Mandala, kişiyi bir arada tutar, bütünlüğü bozulmadan muhafaza eder ve böylesine muazzam bir deneyimin özümsemesinde temel araç işlevi görür. Tanrı özünün daire olması fikri genel bir mistik fikirdir; ancak tekerlek fikri orijinaldir. Çünkü o, bir mandaladır ve içsel kaosa düzen getirme işlevi taşır. Jung’a göre, bu düzenleyici işlev, deneyimi anlaşılır kılmayı sağlar.

Bir taş, sakin suya düştüğünde dalgalar halinde çemberler oluşturur; tıpkı böyle ani ve şiddetli bir vizyonun, uzun süreli etkiler bırakması gibi. Bu, tekrar tekrar yaşanarak yavaşça özümlenmesi gereken bir şok gibidir; bu yüzden büyük manevi bir bütünleştirme çabası gerektirir.

Vizyon, bir sezgi, “Einfall”dır; zihninize düşen ya da size gelen bir şeydir. Jung’a göre, böyle bir vizyon kelimenin asıl anlamıyla güçlü bir “Einfall”dır ve bu nedenle etrafında daima taşınan çemberler (dalga halkaları) oluşturma çabası vardır.


O dönemin öğretisinde, Tanrı en yüksek iyilik ve mükemmellik olarak kabul edilirdi; böylesi, dogmatik öğretiyle büyük zıtlık oluşturan bir vizyon, muazzam ahlaki bir etki yaratmış olmalı ve onu bilinç düzeyine entegre etmek için uzun yıllara ihtiyaç duymuş; bunu da, insanın Bronze Çağı’ndan bu yana kullandığı mandala yöntemiyle yapmıştır. Hatta Paleolitik materyal bile mandala örnekleri gösterir.

Fakat, eğer böyle yazılı kaynaklar Ranft’a ulaşmamış olsaydı ve St. Niklaus bir kilisede yuvarlak pencere görmemiş olsaydı, muhtemelen yine de deneyimini bu formda ifade edebilirdi, çünkü bu, arketipseldir.

Bu, bir sığınak, kendini kurtarma yöntemidir; bu yüzden korkunç yüzün üzerine daire koymuştur.


Bir nokta daha ekleyelim: Tekerleğin sembolizmine ilişkin olarak, altı sayısının anlamına bakmak gerekir.

Sayı sembolizmine göre üç, her türlü dinamik yaratıcı gücü temsil eder; altı ise, yaratılışa karşı alıcının tepkisini, yaratıcı yayılımı ve merkeze doğru ters tepkiyi ifade eder. R. Allendy, Le Symbolisme des Nombres (1918) adlı eserinde, altının yaratık ile yaratıcısı arasındaki gerilimi temsil ettiğini söyler.

Antik çağda altı, Afrodit’in ve evliliğin sayısıydı; bu, iki zıt kutbun dengesini ifade eder. Dolayısıyla altı, dinamik bir gerçek olarak denge (dengelem) sağlar; bir kutupluluk olarak, ters tepkinin karşıtlık içinde kendini istikrara kavuşturduğu bir denge noktasıdır.

Neo-Platonizm’de, üst ve daha yüksek alemler arasındaki ilişkiyi temsil eden mistik, sihirli tekerlekler hakkında çok şey söylenir.


Biz, tekerleğin, St. Niklaus’un şok edici deneyime tekrar tekrar ilişki kurma çabasını, sürecin içinde sürekli olarak farklı açılardan ilişki kurmaya yönelik dinamik diyalektik süreci forma sokma çabası olduğunu söyleyebiliriz. Bu süreç, onun içinde dönüp durur; her seferinde farklı açılardan ona ilişki kurma çabası içinde, hayati bir sembolün tipik özümseme biçimini sergiler. Muhtemelen bu süreç, onun ölümüne kadar devam etmiştir.

Tanrı’ya ve bütünlüğe hayatını adamış bir adamın, bu şok edici ve korkunç deneyimle ödüllendirilmiş olması, düşündürücü ve üzücü olduğu kadar, bireyselleşme sürecinin, güvenli ve acısız bir yaşam arayanlar için bir anaokulu meselesi olmadığını da gösterir.


Jung, ölüm eşiğinde ve uzun, anlamlı bir hayatın akşamında bazen büyük alanlara açılan bir görüşün ortaya çıktığını söyler; çünkü yaşlılıkta artık günlük yaşamın iniş çıkışlarıyla ilgilenilmez, aksine uzak olayların gözlemlenmesi öne çıkar. Yaşlılıkta dış kabuk incelir, insanlar artık “umursamazlık” maskesi altında hassaslaşır ve Tanrı’nın ruhu daha kolay nüfuz ederek insanı, ölçülemez Tanrı özünün korkusuna tekrar çağırabilir.


Şizofreninin patlama için tehlikeli yaş aralığı, ergenlik ile 30 yaş arası ve yeniden yaşlılıktadır; çünkü bu dönemlerde bilinç zayıflar ve eğer bilinçdışından bir içerik sıyrılırsa ve onu taşıyacak yeterli sağlıklı kişilik yoksa şizofreni ortaya çıkar.

St. Niklaus, bu deneyimin potansiyelini tüm hayatı boyunca taşıdı. Muhtemelen psikikasındaki rahatsız edici, eziyet verici özellikler nedeniyle, tıpkı bir çiçeğin açması gibi, vizyon hayatının sonunda geldi; o dönemde ise bu deneyimi özümseyebildi.


Ayrıca, bu, benim size göstermek istediğim Wotan motifinin tamamlanmasıdır; çünkü ilahi figür, ona öfke ve tehdit ifadesiyle bakmaktadır. Götik dilinde “Wotan” ismi, öfke, acımasızlık, kızgınlık, ruhaniyet kapma ve çılgınlıkla bağlantılıdır. Aynı kelime, şiirsel, ilhamlı olma, fırtına, cesaret, cinsel dürtü, hatta meni ve coşkulu aşk gibi kavramlarla da ilişkilidir. Tüm bu kelimeler etimolojik olarak birbirine yakındır; Wotan’ın insanlara nüfuz edici bir şekilde baktığı, onların korku ve şok içinde kalmasını sağladığı söylenir. Nietzsche, bu tür bir imgenin istilası nedeniyle hastalanmış; büyük avcı, bilinmeyen tanrı, bulutların arasından alaycı bir gözle ona baktığını belirtmiştir. Fakat onun kalbi parçalar halinde patlamıştır.


Eğer neden bu Wotan etkisinin yeniden ortaya çıktığını ve Tanrı’nın, ortaya çıktığında neden bu kadar arkaik bir biçim aldığını sorarsak, ben bunun Wotan olduğunu söylemem; çünkü bu imge, hem Wotan’a benzer inanılmaz özellikler taşır hem de Yahudi-Hristiyan ilahiliğinin özelliklerini yansıtır. Tanrı’nın imgesi, insanın bilinçdışından ortaya çıkıyor ve belli bir arka plana sahipse, bilinçdışı eski arkaik özellikleri neden alıp bu fikirlerle doldurur? Bunun bir amacı olmalıdır.


Bununla birlikte, Yahudi-Hristiyan Tanrı imgesinde iki eksik nokta vardır.

İlk olarak, Doğa ile ilişki; Tanrı yağmurda ya da yanan çalılıkta, diğer doğal olaylarda kendini göstermiştir, ancak Tanrı’nın çevresindeki kozmosla bağlantısı, ormanda fırtına olan Wotan’a kıyasla çok daha zayıftır. Yahudi-Hristiyan Tanrısı, kozmik doğanın dışında kalan bir varlıktır.

İkinci olarak, Jung’un “senkronisite” ilkesiyle adlandırdığı, nedensel bağlantı olmayan şeylerin belirli bir anda aynı anda meydana gelmesi fikri de o kadar vurgulanır.


Wotan, runelerin (üzerinde belirli çizimlerin bulunan çubuklar) atılmasının mucidi, I Ching’e benzer bir uygulamayı ortaya koymuştur. Çubukların düşme şekline göre sonuçlar çıkarılırdı; bu, bazı Afrika kabilelerinde hâlâ kullanılan bir kehanet tekniğiydi. Şifacı, hayvan kemikleri ya da çubuklardan oluşan bir koleksiyona sahiptir ve zeminde oluşturdukları desenlerden gizli gerçekleri görür; bu, bilinçdışını görselleştirmek için teknik bir yardımcıdır.

Eğer bu kehanet yöntemlerini psikolojik olarak ciddiye alırsak, nedensel rasyonel düşünceden kurtulmalıyız.

Jung, olaylar zincirine senkronisite fikrini – nedensel bağlantısı olmayan şeylerin belirli bir anda rastgele çakışmasını sağlayan uyum veya benzerlik ilkesini – tanıtmıştır.

Benim çubukları atmam zaferi üretmez; fakat zaferle aynı anda gerçekleşir; bu, nedensel bağlantısı olmayan, sadece öyle çakışan bir hikayedir.


Eski Yahudi geleneğinde de benzer izler bulunur. Dr. Hurwitz, eski Yahudilerin Yahveh’in iradesini öğrenmek için bir kehanet tekniğine sahip olduklarını bildirmiştir. Bu, terk edilmiş eski bir kalıntıdır; Alman dininde ise, Tanrı özüne ulaşmanın yaşayan, doğa içindeki ilahiyle kendiliğinden bağlantı kurma yöntemi olarak var olmuştur.

Bu Tanrı özellikleri, çevresindeki doğada nerede durduğunu öğrenmek ve İlahi ile ilişki kurmak isteyen yalnız birey için önem taşır. Tanrı’ya dua edip cevap alamazsam bana ne fayda? Gerçek bir şeye dokunduğumu nasıl bileceğim? Eğer hiçbir tezahür, İlahi’den bir ipucu yoksa, buna inanmak için çok inanca ihtiyaç vardır. Hristiyan inancında yalnızca inanç ve en iyisini umut etmek yeterlidir; fakat kimse kişisel teyit almazsa, inanç zorlaşır. Uygarlığımızda görüldüğü gibi, anti-Hristiyan propaganda inancı yok edebilir ve onu bir hayal olarak terk edilebilir hale getirebilir. Bu nedenle Tanrı ile doğrudan bağlantıya duyulan ihtiyaç vardır; gözlerimiz doğal olarak Doğa’ya ve mucize ya da hayret fenomenine döner. İnsanlar senkronistik olaylar yaşar; bunlar, nedensel bağlantı olmasa da, gerçek bir şeye dokunduğumuzun, kendimizden daha büyük bir şeyi gerçekleştirdiğimizin teyidi olarak algılanır.


Örneğin, bir kadın rüyasında üç kaplanla karşılaştığını görür ve ertesi gün sıradan bir İsviçre ahırında üç kaplanla karşılaşır. Bu nedensel bir bağlantı içermez; fakat doğrudan bir deneyimdir ve rüyayı ona daha gerçek kılar, içeriğine daha fazla önem vermesine neden olur. İçimizdeki arkaik insan, bunu tanrıların bir işareti, ipucu olarak alacaktır. Biz de, içimizdeki arkaik insanı, kendimizden daha eski olarak saygıyla kabul etmeliyiz.


St. Niklaus, bu yeşil, karanlık vadide, yalnızca ağaçlarla çevrili, hiçbir ev veya yapı görmeyerek yaşıyordu; bu durum, onun doğayla iç içe olduğunu gösterir. Bu yüzden, Tanrı deneyiminin doğayı da içermesi doğaldır. Deneyim, ona tam anlamıyla ulaşmak istemiştir. St. John of the Cross da doğayla yakın ilişki içindeydi; fakat St. Niklaus’unki kadar değil.

Bu doğanın eksiksiz dahil edilmesi, St. Niklaus’u çok özel bir aziz yapar. Bir Hristiyan azizi olarak, o, şifacı, şaman ve iyileştirici figürlerin daha arkaik özellikleriyle zenginleşmiş ve tamamlanmıştır. Görünüşe göre, bireyselleşme sürecinde, dışsal doğanın gerçekliğinin ve ilkel fiziksel insanın dahil edilmesine doğru, daha arkaik ve pagan bir katmana dönüş yaşanır.

Bu anlamda, onun içsel deneyimi ve gelişimi, modern insanın bireyselleşme sürecine ilişkin özellikleri önceden haber vermiştir; çünkü birkaç yüz yıl sonra, aynı sorular ve problemlerle karşılaşmaktayız. Tarihte, büyük gelecek gelişmeleri genellikle birkaç yalnız kişi aracılığıyla önceden haber verilir ve zamanla daha fazla insan bunları keşfeder. Böylece, St. Niklaus’un birkaç yüz yıl önce değindiği problemlerle karşı karşıya kaldığımızı söyleyebiliriz; bu, onun vizyonlarını inceleyip deneyimleyerek, onu taklit etmemiz gerektiği anlamına gelmez, aksine kendi problemlerimizi ve uygarlığın karşılaştığı zorlukları anlamamıza yardımcı olur.


~ Marie‑Louise von Franz, Dreams and Visions of Niklaus Flue, s. 72–80



Carl Gustav Jung ve psikolojisini eğlendirerek öğreten ve dünyada tek olan bir roman serisi olduğunu biliyor muydunuz? Daha fazla öğrenmek için lütfen tıklayınız. 



Büyük Sır Üstadı serisi 4 kitap birarada

Comments

Rated 0 out of 5 stars.
No ratings yet

Add a rating

Bu blog içeriği konusunda her türlü istek ve şikayetinizi aşağıdaki e-postaya yazabilirsiniz.

©2024 Bilinçdışı Yayınları A.Ş.

bottom of page