Please Enable JavaScript in your Browser to Visit this Site.

top of page

Rüya Analizi Semineri - II. DERS



Rüya Analizi Semineri - II. DERS


Ders II - 14 May 1930

Burada, Bayan Sawyer ve Bayan Crowley’den gelen sorular var.

Önce Bayan Sawyer’ın sorusunu ele almak istiyorum, çünkü daha genel bir nitelik taşıyor.


Şöyle diyor:

“İki mandaladan (biri Hristiyan, diğeri Mısırlı) bahsettiğinizi, bunların üç işlevi hayvan başlarıyla, bir işlevi de insan başıyla tasvir ettiğini söylediniz. İnsan başlı işlev, bilinçli üstün işlev ve diğer üçü bilinçdışı. Ayrıca ‘Hristiyan psikolojisinde üç üstün işlev Üçleme (Trinity) tarafından, aşağı işlev ise şeytan (devil) tarafından taşınır’ da mı dediniz? Böyle bir durumda neredeyse hiç bilinç olmayacak demektir, çünkü dört işlev de semboller tarafından taşınıyor gibi görünüyor.”


Ben de şöyle söylemiştim:

“Üç bilinçdışı işlev, Üçleme tarafından taşınıyor; bilinçli olan işlev ise şeytan tarafından.”


Üç hayvandan bahsetmiş ve bu üç bilinçdışı işlevin üstün bir rol oynadığını belirtmiştim. Fakat üstün kelimesi, güç (power) bakımından üstünlük anlamına gelir; farklılaşma (differentiation) anlamında değil. İlkel insanda daima bir üstün rehberlik söz konusudur; insanın tepesinde bir şey vardır, çünkü “Ben istiyorum” demek (yani irade göstermek) oldukça üstün bir bilinç ve kendini kontrol gerektirir. İlkel insan “Ben istiyorum” diyemez—onu dürtüleri sürükler; neredeyse tamamen ruh hâllerinin etkisi altındadır. Seçimden söz edilemez; olaylar kendiliğinden gelişir. Bu gerçek, onların tanrılarına atfettikleri üstün güç şeklinde tasvir edilmiştir. Örneğin tanrıları son derece büyük ve korkunç boyutlardadır; insan onların karşısında hiç kalır. Bu, görece ilkel insanın psişik durumunu veya başka deyişle, bilinç ve bilinçdışının ilişkisini yansıtır. Orada bilinçdışı, bilince baskındır. Bunu, muazzam tanrıları “metafizik uzaya” yansıtarak ifade eder.


Ne zaman insan bilinci artmaya başlarsa, tanrıların boyutu ve gücü de o ölçüde azalır. Bunu Budizm’in gelişiminde çok net görürüz; orada bambaşka bir bakış açısı getirilir. Tanrılar, Buda’nın doğumunda ve ölümünde ortaya çıkar; ancak onlar da insanlar gibi arzu içindedirler ve birbirleriyle mücadele ederler. Dolayısıyla Buda’nın amacı, halkını bu tanrıların çelişkili güçlerinden kurtarmak ve onlara bilincin daha yüksek seviyelerini göstermek, böylece tanrıların gücüne boyun eğmekten özgürleşmektir.


Bakın, üç tanrı (Üçleme) ve tek insan örneği, insanın tamamen aşağı oluşunu ve “şeytanî” konumunu simgeler. Hristiyan dogmada, insanın en başından beri kötü olduğu ve ancak Tanrı’nın lütfu sayesinde kurtarılabileceği söylenir. Fakat bu oldukça belirsiz bir durumdur; şansa bağlıdır sanki. Eğer kiliseye (yani Tanrı’nın “onursal üyeliğine”) girmezseniz, nereden geldiyseniz oraya—cehenneme—geri dönersiniz, hiç şans yok.


Daha önce, ünlü bir Yeni Ahit (İncil) pasajından bahsetmiştim: “İki veya üç kişi benim adımla toplanırsa ben de aralarındayım.” Orijinal form (Mısır papirüsünde bulunan) şöyleymiş: “İki kişi birlikteyse, onlar Tanrı’sız değildir; ama tek kişi yalnızsa, ben diyorum ki ‘Ben onunlayım’.” Ancak Kilise müdahale ederek, “tek başınayken lütfa erişemezsin”e dönüştürdü. Bir arada olmak gerekir, Kilise’nin dışında kalırsanız kurtuluş yok.


İnsan, mutlak aşağılık hissini, Üçleme’deki “üç tanrıya karşı bir insan” tasvirinde yansıtır. Dogma da bu üçlüyü sonsuz mükemmel kabul eder — ama aslında şeytan henüz yok edilmemiştir, ortalıkta dolaşır durur. Babam rahipti, bu konuda onunla tartışırdım: “Kişinin kötü bir köpeği varsa, polis müdahale eder. Ama Tanrı veya Üçleme, böyle tehlikeli bir şeytanı ortalıkta serbest bıraktığında, kimse kalkıp Tanrı’yı cezalandırmıyor. Bu haksızlık; insana yasak olan, Tanrı’ya da yasak olmalı.”


Üç işlev, Üçleme tarafından temsil edilir. Biri açıkça insandır, çünkü insan başıyla betimlenir; yani insanın bilinci, o tek işlev. Ki o işlev, “sonsuz bilinçdışı okyanusundan” ayrıştırabildiğimiz şeydir. Tabii insanın elinde sadece bir işlev varsa, ona “üstün işlev” demesi zordur; ama psikolojik açıdan biz öyle adlandırıyoruz. Aslında elinde başka karşılaştırma yok, niye üstün olsun ki? Daha ziyade, “bilinçdışı bütünden ayrılmış tek işlev” dememiz gerekir. Bu işlev, tanrılardan “çalındığı” için insan kendini aşağı ve günahkâr hisseder. Bu nedenle doğanın şeytanî karışımından arınmak zorundayız. Katolik ayin metinlerinde, vaftiz suyuna tuz eklerken veya tütsü yakarken “exorcize” (kötü ruhları kovma) işlemleri görülür, çünkü her şey şeytanın bulaşına uğramış sayılır. Sunaktaki duman, ruhsal dezenfeksiyon içindir. Tüm “iblis hileleri” uzak olsun diye dualar edilir. Sünnet de bir çeşit exorcism ritüelidir; doğanın kirli unsurlarından arınmamıza hizmet eder. Bu törenlerden geçmemişsek “kirli” sayılır, Tanrı’nın lütfuna layık görülmeyiz. İşte insanın başlangıcı böyledir: tamamen çaresiz ve zavallı. Ne kadar çabalarsa çabalasın, her an binbir şeytan üzerine saldırabilir. Bu yüzden ilkel insan, “erkekliğe geçiş” (initiation) törenleriyle insan olduğunu duyurur.


Şimdi, ikinci bir işlevi daha bilinçli hâle getirmeyi başardığında, insan tanrılarla neredeyse denk hâle gelir. Sonra psikoloji gelişir; hatta üçüncü bir işlevi de devreye sokabilse, kendinde bir “tanrısallık” oluşturabilir. Bu Doğu dinlerinde görülen durumdur: Tanrılar gitgide “illüzyon” hâline gelir. Doğulu kişi tanrıların (örneğin Şiva’nın) gerçek olduğunu, fakat bilinci artan birey için o tanrıların da birer yanılsama olduğunu kabul eder. Bu durum, Tibet Ölüler Kitabı (Bardo Thödol) metninde çok güzel anlatılmıştır: Ölen kişiye, tanrıların illüzyon olduğu, onların aşılması gerektiği söylenir. Bu, gördüğüm en düzgün psikolojik yaklaşımlardan biridir.


“Edinilmiş tanrısallık”tan söz ettiğimde, “Tanrı olacaksınız” demek istemiyorum. En çok kafa karıştıran nokta, insanların üç işlevin spesifik işlevler olması gerektiğini düşünmesidir; oysa hiç de öyle değil. Dört işlev içeren tipler vardır ve insanın üstün işlevi hangisiyse, diğer üçü bilinçdışında kalır; çoğunluk bilinçdışıdır. Üçlemeyle kastedilen budur; kesinlikle üç somut işlevi değil. Anlaşılır mı?


Aranızda niçin dört işlevden bahsedildiğini bilmeyenlere kısaca açıklayayım: Bilincimizin yöneliminde dört köşe noktası (fonksiyon) vardır. Buna ekleyecek başka bir şey bulamıyorum. Bu dört işlev, “bilinç dışı alanda da bir şey var” diyen gerçeğe dayanır. Algı (sensing) bize bir şeyin var olduğunu söyler; düşünce (thinking) bunun ne olduğunu belirtir; his (feeling) bize onun değerini, kabul mü red mi edeceğimizi söyler; sezgi (intuition) ise gelecekte neye dönüşebileceğini, onun olasılıklarını bildirir. Ben başka bir ilave yapamıyorum; dördünden fazlasını keşfedemedim. Hepsi bu kadar. Ayrıca şaşırtıcı olan şu ki: Doğuda da aynı inanç vardır; mandalalarındaki dört kapı, dört işlevi temsil eder, dört renk de bu işlevlerin niteliklerini gösterir. Tibet Ölüler Kitabı’nda (Bardo Thödol) bunu gayet net görebilirsiniz.


“Başka işlevlere dair soru var mı?”

Bayan Henley:

“Sanırım çoğumuz düşünme (thinking), his (feeling) ve duyum (sensation) konusunda yeterince açık fikirlere sahibiz; fakat sezgi (intuition) konusunda o kadar net değiliz. Bundan biraz daha bahseder misiniz?”


Dr. Jung:

Duyum (sensation), görünür, elle tutulur, duyusal nitelikleri söyler. Sezgi (intuition) ise onun olasılıkları hakkında bir çeşit tahmindir. Duyular size “burada bir şey var” der, düşünce “nedir bu?” diye anlatır; ama “duvarların ardında ne var?” sorusunu cevaplamak büyük ölçüde sezgi ister. Kaba bir ifadeye izin verirseniz, sezgi bir fil hortumu gibidir; karşınızdakinin omuriliğine dalar, arka planda ne olduğunu koklayıp çıkarır. Bu yüzden iyi bir sezgi, çoğu zaman “burunla” ilişkilendirilir. İlkel insan, hırsızları ve hayaletleri burnuyla koklar; medyumlar da girdikleri evde koklar gibi “burası perili” diyebilir. Hatta “Kokudan bir gariplik sezdim, buraya dair tuhaf bir enerji var” gibi. Bu “bir farenin kokusunu almak” deyimi de sezgidir.


Dr. Deady:

“Göreli olarak ilkel insanda, bilinçdışında kalan üç işlevin durumu nedir? Onlar da farklılaşmış (differentiated) mıdır?”


Dr. Jung:

Hayır, farklılaşmış değildir. Bilinçdışı içinde olan her şey birbiriyle karışıktır. Bir tek bilinçli işlev ayrışmıştır. Bu, insanla pleroma (ya da Tanrı veya evrensel bilinçdışılık) arasındaki ayrımdır. Tanrılardan bir işlev çalınmıştır. Bu, Prometheus efsanesinde “Ateşi tanrılardan çalma”yla güzelce anlatılır. İnsan, bilincini tanrılardan çalmak zorundadır. O yoğun, genel bilinçdışından sıyrılmıştır; ancak bir işlevi “koparıp” alarak kendini ayırabilmiştir. Nasıl meydana geldiğini bilmiyoruz; bu, insanın psişik yapısının esrarengiz bir niteliğidir. Hayvanlar, bu orijinal psişeden sıyrılamaz. Bu garip kopuş yetisi insanda var; nasıl olduğunu bilmediğimiz bir gizem.


Dr. Baynes:

“Sanırım karışıklığın bir kısmı ‘yardımcı işlevler’ (auxiliary functions) meselesinden kaynaklanıyor. Bir işlev, ‘büyük işlev’ (major function) olarak kendi başına değer kazanmış hâlde değilse ama yine de yardımcı olarak etkin görünüyorsa… Sizin bakış açınıza göre, ‘farklılaşmış işlev’ ifadesini yalnız o üstün ya da bağımsız değere sahip işlev için mi kullanırsınız?”


Dr. Jung:

Evet, kesinlikle öyle.


Dr. Baynes:

“Mesela ‘düşünme’ sadece sezginin yardakçısı (trace-horse) gibi çalışıyorsa, ona farklılaşmış işlev niteliğini vermezsiniz, değil mi?”


Dr. Jung:

Evet, aynen. Üstün (veya farklılaşmış) işlev gerçekten idare edebildiğiniz bir işlevdir; ama yardımcı işlev yalnızca kısmen yönetilebilir. Tam da orada sorun başlar.


Dr. Baynes:

“Şu hayvan-insan karışımı figürler gibi…”


Dr. Jung:

Evet, bir figür insan başlı, bir diğeri maymun başlı; eğer kişi maymun başlı işlevi temel alırsa sorun çıkar, çünkü ‘hayvan âlemi’ne temas etmiş olur, bilinçdışı devreye girer. Herkesin başına gelmiştir: Üstün işlevle çözemediği bir mesele çıkar, diyelim “düşünür” tipi bir insanın aniden hise (feeling) ihtiyacı doğar. O zaman sezgi veya duyum, onu yepyeni bir dünyaya götürür. O “fare rüyası” olayında da öyleydi; adam artık zihniyle hayat sorununu çözemiyordu; bunu fark edince fare kaçıverdi — yani özerk (otonom) faktör devreye girdi, çünkü artık kendisi “gösterinin başında” değil. Sonra hayat akmaya başlar. Bu yüzden farenin, “yeni bir şeyin geleceğine dair işaret veya belirti” olduğunu anlamıştık.


Mrs. Baynes:

“İlkel insanın durumunu ‘üç, bire karşı’ diye anlattınız. Modern insanda ‘ikiye karşı iki’ gibi midir?”


Dr. Jung:

Bu konuda bir şey söylemek zor, ama zamanın işaretlerinden yola çıkarak öyle olabileceğini düşünüyorum. Çok basit bir örnek, ancak 19. yüzyıl boyunca Yahuda’yı aklama çabalarının başlamasıdır. Bu, tanrılara karşı bir adalet duygusunun yükselişini gösteriyor. Gayet saygın ve iyi niyetli insanlar buna girişti ve epey taraftar da buldular. Örneğin, İncil eleştirisi (Bible criticism) de benzer bir olgu; kutsal metinlere ilişkin konulan tabulara artık dokunulabiliyor, çünkü insan kendini onlarla baş edebilir hissediyor. Eskiden sorgulanamaz ve sarsılmaz olan otorite artık geriledi, insan da buna paralel ilerledi; yıldırımlardan korkmadan yüzleşebiliyor. Ama şimdi yıldırım yukarıdan değil, aşağıdan gelebilir. Biz hep göğe bakıyoruz, ama şeytan bambaşka yönden çıkabilir.


Şimdi gelelim diğer soruya:

Bayan Crowley diyor ki: “Çift cinsiyetli (hermafroditik) figüre dair sembolizm ve analiz hakkında daha fazla bilgi verebilir misiniz? Daha önce bunu daha ayrıntılı anlatacağınızı söylemiştiniz.”


Hermafrodit, psişik gelişimin belirli bir aşamasında sıkça ortaya çıkan önemli bir semboldür; bir arketiptir. Yakın zamanda bir Alman bilgin bu konuda bir kitap yazdı; bu iki cinsiyetli varlıkla ilgili pek çok malzemeyi topladı; mistik inançlarda ve eski Hermetik felsefede yer alan bir figür. Şimdi bu sembolün tarihine girmek istemiyorum; sadece Platoncu *“bütünsel varlık”*ın da bir hermafrodit, yani çift cinsiyetlilik olduğunu hatırlatayım. Bu, cinsiyet farkı yok demektir; çünkü iki cins birbiriyle çelişir ve birbirini bloke eder. Henüz cinsiyet ayrımı olmadığında bilinç yoktur. Dolayısıyla analiz sürecinde hermafrodit, henüz “kesinleşmeyen şeyin” sembolüdür: Kişinin neye dönüşeceği belli değildir. Ama bilinçdışı haldedir. Kişi bu sembolü rüyasında görebilir.


Bizim hastamızda da hermafrodit, “üstün bir rehber faktör”ü veya “üstün benlik”i, ama henüz çift cinsiyetli aşamada olduğunu gösterir. Bakın, bilinçlilik “ayırt etme” ve “ayırma” demektir. Burada ise zıt çiftler henüz ayrılmamış; yani bilinç yok. Ben buna pleromatik durum diyorum (eski bir felsefeden aldığım bir terim) — oluşmamış ama her şeyin potansiyel olarak mevcut olduğu hâl. Bilinçdışında bu durum vardır; işlevler ayrışmamış hâldedir; siyah beyazla, beyaz siyahla birdir. Kelime farklılaşmasıyla ilgili şu ilginç gerçeği anlatmıştım: İngilizce ve Almancada better (daha iyi), best (en iyi) ve bad (kötü) aynı kökten türemiş. Yani aslında zıt kavramlar, başta birlikteymiş. Bu, “cennette kurtla kuzunun bir arada uyuduğu” bir hâl gibidir; kimse komşusunu yemiyor—keyif için bile değil—her şey o ilk barış halindedir. O ilk bilinçdışı pleromatik durum “hermafrodit”le sembolize edilir. Aynı zamanda gelecekteki ideal durumun bilinçdışı bir öngörüsüdür; tıpkı cennet bahçesinin (paradise) tarihine dair öğreti gibi. İlk harika bahçe (cennet) ebediyen kayboldu. Eski kabalistik anlatılara göre, Adem ve Havva kovulunca Tanrı cenneti geleceğe koymuş. Yani o eski bütünlük (bilinçdışı hâl) bir “hedef” hâline gelir; ilk günah sonrası ayrılanlar yeniden birleşecektir. Bu da bilincin gelişim tarihinin bir parçasıdır.


Başlangıçta insan kendini sürgünde hisseder, bilinciyle tek başına kalmıştır. Ancak bilinci arttıkça doğayla özdeşliğini tekrar keşfeder. Bu nedenle Doğu bilgesinin en yüce ifadesi “Tat tvam asi” (“O sensin”) olur; her şey benim, ben her şeydeyim, her şey yine birleşti ama bu kez bilinçli bir cennette. Hermafrodit durumdaysa hiçbir şey bilinçli değildir.


İlk pleroma (cennet) durumu aslında “bilincin annesi”dir. Psişik gelişim sürecinde bu sembol farklı biçimlerde tekrar tekrar belirir; hem geçmişi gösterir, hem geleceği sembolize eder. Çünkü gelecekte olacak hiçbir şey, elimizdeki malzemeden bağımsız değildir. İlk durum, gelecekteki durumun işaretidir; göksel krallık, cennetin tekrarı gibidir. Hastaların çizimlerinde, mesela daire veya küre figürü belirdiğinde, bu kusursuz tüm varlık anlamına gelir; “öteki yarı”yı da içinde barındırır; Platon’un o “başlangıçtaki bütün” fikrine benzer.


Bayan Crowley’nin ikinci sorusu:

“‘Rüya sahibi havadaki gezisinden nasıl inebilirdi, eğer his (feeling) aşağı işlev olmasaydı? Mesela his onun üstün işlevi olsaydı?’ diye merak ediyorum.”


Böyle bir durumda da aynısı olurdu, çünkü üç bilinçdışı işlevin hangi spesifik işlevler olduğu önemli değildir.


Mrs. Crowley:

“Peki tepkisi aynı mı olurdu? Daha dikkatli ayırt etmeyi öğrenmeyi amaçlıyorum. Kişide his üstün işlevse, rüyadaki tepki nasıl görünürdü? Benim kastım, gerçekliğe his yoluyla yaklaşılması durumu.”


Dr. Jung:

“Temel prensipte tepki aynı olurdu; ama tabii rüyada ufak farklılıklar olabilirdi.”


Mrs. Crowley:

“Evet, aslında sorumun cevabını siz daha önce verdiniz.”


Dr. Jung:

“O hâlde, şimdi henüz rüyanın sonunu bitirmedik. Uçağın inmesi mevzusu var: Adam düşüyor ve kalkmakta güçlük çekiyor. Sağ eli incinmiş, şişmeye başlıyor ve kırılmış gibi görünüyor. Hatırlarsınız, rüya sahibi sağ eli enerji, pratik hayattaki etkinlik ve maddi başarı olarak ilişkilendiriyordu. Bunu nasıl anlıyorsunuz?”


Mrs. Baynes:

“Rasyonel tutumundan vazgeçmesi gerekiyor. Sola dönüp bilinçdışında başka bir yol bulması lazım.”


Dr. Jung:

“Evet ama bu pratik hayatta ne anlama gelir?”


Mr. Henderson:

“İş hayatını (business) etkiliyor.”


Dr. Jung:

“Tam da bu. Rüyayı gördüğü dönem, onda bir huzursuzluk sezmiştim, ‘Acaba finansal sorun mu var?’ diye düşünmüştüm; ama şimdi netleşiyor ki aslında işine ilgisini yitirdi, iş artık onu ilgilendirmiyor. Şöyle diyor: ‘Tek ilgilendiğim insan ve hayat’ın kendisi.’ Maddi olarak durumu elverişli, geçim için işine mecbur değil. Geçimini işiyle sağlamak zorunda olanlar, ‘öteki yan’ın problemlerine bu kadar kafa yormazdı. ‘Herkes kendi problemim en kötüsü sanır ama insandan imkânsızı beklememek lazım’ diyorum ben hep. Neyse ki onun gücü kırılması (right arm break) canını en çok acıtıyor. Sağ kol daima güç simgesidir. Psikoloji of the Unconscious eserimi okuyanlar, orada ‘kolu işlevsiz bırakma’ motifi geçer; mesela Kalça (hip) efsanesinde, Eski Ahit’te Yakup’un Rab’bin meleğiyle güreşirken kalçasının çıkması… Bu, insanın bencil gücünün kırılmasıdır; kaçınılmaz bir durum. Üstün işlev genelde bencil amaçlar için fazlaca kullanılır; başta bir silah gibi değerlidir, sonra ‘fazla bencilliğe’ karşı bilinçdışından bir telafi gelir. Sonunda da silah elinizden alınır.


Bu yüzden kahraman mitlerinde, nihai mücadelede kahraman elleri boş savaşmak zorunda kalır, elindeki normal silah iflas eder. Canavarın üstesinden kurnazlıkla gelen kahraman sonunda kolunu burkulmuş bulur. Üstün işlevi, sıradaki işlevin gelişimi uğruna geçici olarak elinden alınır. Görülüyor ki doğa, insanı o ilksel bilinçsizlik hâlinden uzaklaştırmaya devam ediyor. Bir işlevi bilince çıkardıktan sonra, bir ikincisinin de bilince katılması için, “o” üstün işlev aniden işe yaramaz hâle gelir.


Anlatabilmek için yine bir diyagram çizeyim, zihinlerimizde netlik oluşsun.

Dört işlevi bir haç şeklinde düşünürüz. Diyelim doğuya düşünme (thinking), batıya his (feeling), çünkü bunlar zıt. Güneyde duyum (sensation), kuzeyde sezgi (intuition). Şimdi varsayalım sezgi üstün işlev, düşünme de yardımcı işlev olsun. O zaman bilinç-dışı ayrımı bir hat (A) çektiğimizde, kişi geniş ölçüde sezgisini bilince çıkarmış olur. Eğer bir noktada sezgisi yararsız kalırsa—örneğin bir şeyleri açıklamak için düşünme gerekiyorsa—sezgi tamamen saçmalık hâline dönüşür. Yeni durumu anlaması, sürekli yeni olasılıkların peşinden koşmayı bırakması gerekir. Bunun için sezgiyi geri itmek zorundadır, yoksa sezgi sürekli bilince yeni içerikler doldurur, yeni bir şeye başlama dürtüsünü tetikler. Bu yüzden sezgi “kolu burkulur” ve güç düşünmeye aktarılır, bu da büyük ölçüde irade meselesidir.


Konsantre olamayan biri, istemeden hastalanarak da olsa buna mecbur kalabilir. Bu tip sezgisel kişilerde tüberküloz, mide ülserleri vb. ortaya çıkar; enteresan histerik rahatsızlıklar, çeşitli semptomlar, onları devre dışı bırakır, mümkünse yatakta kalmaya zorlar. Böylece “olasılıkları dışlamaya” mecbur kalırlar. Hareket edemez, bir şeyin peşinden koşamaz hâle gelir ve beyinlerini düşünmeye adar. Böylece bir işlev, bir diğerini geliştirmek uğruna felce uğrar. Kişi (D) noktasına doğru ilerler ve burada bilinçdışına yaklaşır. Orada muazzam bir tehlike vardır — üstün işlevin zıttı, tam bir “şeytan” gibidir. Bu bölge ürkütücüdür; o bilinçdışı duvarın ardında ne var diye korkarız. Bu yüzden bir başkasına yöneliriz, bu örnekte his işlevine (F). Üç işlev (dördüncüye karşı) olunca cesaret ederiz, “üç, bire karşı.” İşte bu üçgen, tek’e karşı savaşır.


Rüya sahibi, Lowell’ın o şiir dizelerini anımsamıştı, hani siz neden gülüyorsunuz! Bu, sanki tartışmamızı duymuş gibi. Onun duygusunun alanı bu. Ben de onun rüya duygusunu gayet iyi anlıyorum.


Bu rüyayı kapatabiliriz sanırım ve bir sonrakine, şu “üçüzler (triplets) rüyasına” geçebiliriz [26]. Son seminerde okunmuştu ama yeni katılanlar için kısaca tekrar edeyim:

“Rüyasında karısı üçüz doğurmuş; ikisi ölü, biri yaşıyor.” Hepsi bu. Rüya tekrarlanmış; başka ayrıntısını hatırlamıyor. Sadece doğumda kendisinin orada olduğunu, ebe kadının ölü bebekleri götürdüğünü anımsıyor.


Çağrışımlarında, ikiz veya üçüzün “fazla bereket” hissi verdiğini, sadece üçüncünün sağ kalmasının yeterli olduğunu söylüyor. Uzunca düşünmüş, bunların ruhsal çocuklar olduğu sonucuna varmış, çünkü gerçek çocuklarıyla ilgisi olmadığını sezmiş. İki bebeğin ölü doğması, onları somut hayata bağlayamaması… “Psikolojik sembol olarak çocuk, her insanın doğanın bir denemesi olduğu gibi, benim de ruhsal denemelerimdir.” diyor. Ölü doğanların, ruhçuluk (spiritüalizm) ve Yoga çalışmalarının “gereksiz birer ruhsal düşük” olduğunu düşünüyor. Bana geldikten sonra o konuların anlamsız olduğunu sezmiş; oysa ben bu alanlara karşıt bir şey demedim, içinde bir şey varsa zaten bırakmaz, yoksa bırakır. “O konularla biraz oyalandım; üçüncü girişim, hayat bulan çocuk ise analiz yoluyla ruhumla ilişkiye geçmek” diyor. Burada Almanca “Seele” kelimesini kullanıyor, anima veya Hristiyan anlamda “ruh” kavramı da olabilir. Açıkçası “içsel deneyim dünyasına olan ilişkisi” kastediliyor.


Rüya çok basit görünüyor, ama içinde teorik bir “tuzak” var. Kendisi bu açıklamadan memnun: “Üçüzler, yeni bir yaşam biçimi denemesinin üç parçası.” Çünkü ona göre, “ruhsal gelişim” sıfırdan girdiği bir alan. Eskiden büyük bir işin başındaymış, oradan çekildiğinde “Peki şimdi ne olacak?” sorusuyla karşılaşmış. 45 yaşındaymış; yapılacak başka bir şey bulmak çok ciddi bir meseleye dönüşür. Önce “ruhsal” şeylere yönelmiş: spiritizma, telepati, okültizm vb. Bu normal. Basit rüya gibi görünüyor; yine de bir “püf noktası” var. Rüya yorumlama ilkelerine sıkı sıkıya bağlıysanız, bu noktayı fark edersiniz.


Mrs. Sigg:

“Üç çocuğun aynı anda doğması (bir doğumda) garip değil mi? Oysa Yoga, teozofi ve analiz, farklı zamanlarda başladı. Hepsi aynı zamanda olmadı.”


Dr. Jung:

“Evet, bunu dikkate almaması ilginç. Küçük bir sürpriz bu. Ama bu ufak bir ‘fare deliği’ gibi, asıl ‘kapan’ değil. Peki asıl büyük handikap nerede?”


Mrs. Nordfeldt:

“Bebekleri doğuran kişi, karısı.”


Dr. Jung:

“Evet! Daha önceki ‘başparmak kuralımı’ hatırlayın: ‘Rüyada eşi görürseniz, evet gerçekten o eştir.’ Rüya sahibiyle canlı bağı olan biri (akrabalık veya güçlü bir duygusal bağ) rüyada belirdiyse, bu kişiyi hemen sadece ‘kendisinin içindeki sembol’ diye basitleştirmemek lazım. Mesela hasta-analist ilişkisi çok hayatiyse, hasta analistini rüyasında görebilir ve bazen analist de hastayı rüyasında görebilir, ikisi arasında gerçek bir yaşam bağı varsa. Dolayısıyla adamın rüyasında ‘karısı üçüz doğurdu’ diyorsa, gerçekten eşi söz konusu. Bu nahoş durumda kalıyorum şimdi: Neden onun karısı üçüz doğurur? Kural olmasa, adamın kendisiyle ilgili dediği yoruma razı olup geçerdim; ama kural var. Ayrıca Bayan Sigg, Yoga, teozofi ve analiz girişimlerinin farklı yıllarda olduğunu hatırlattı. ‘Üçüz’ tek hamilelik demek; bir arada doğmuşlar. Bu da tuhaf. Adam gene “Onlar ruhsal denemelerim” diyor. Ama bu bilgilere bakılırsa, ‘eşiyle ilgisi’ ne olacak?”


Mrs. Crowley:

“Bu bir tür psişik tepki.”


Mrs. Baynes:

“Önceki derste bu konu geçince, siz ‘Adam karısıyla o kadar yoğun bir participation mystique (büyülü ortaklık) içinde ki, onu kendi içsel figürü gibi algılayabiliyor. Aynı zamanda eşi de üretken olacak’ demiştiniz.”


Dr. Jung:

“Evet, doğru. Biliyorsunuz, bu adam karısıyla neredeyse hiçbir ilişkiye sahip değil; ona düşüncelerini açamıyor, çünkü kadın geleneksel şeylere sıkı sıkıya sarılıyor. ‘Zihnin kaotik olasılıkları’ onun gözünü korkutuyor; pek çok insanın da saplantılı bir evliliğe tutunması gibi, o da bildik düzenine sarılmış. Böyle bir eşten bilinçli olarak kopuk yaşarsanız, bilinçdışı bir bağınız olur. O tuhaf bilinçdışı bağ, ikisini tek bir ‘continuum’ içindeymiş gibi işletebilir; aynı su tankında yüzen iki insan misali. Bu bilinçdışı ortaklık, çok tuhaf sonuçlar doğurur. Bazen adam karısının rüyalarını görür, bazen karısı adamınkileri; yahut biri diğeri adına davranmaya zorlanır. Bu semptomlar participation mystiquedir.


Bu adamın karısıyla bilinçli ilişkisi eksik. O hâlde bilinçdışında bir karışma (contamination) oluyor ve ikisi de işin içinde. Karısı, tıpkı onun duygulara direndiği gibi, akıl (thinking) işlevine direnir. Hazır sunulmuş, binlerce yıldır kutsal kabul edilmiş, su geçirmez ve dokunulamazsa ancak kabul ediyor. Bu epey makinevari ve doğal değil. Dolayısıyla bilinçdışında, kapalı tuttuğu o aklını belki çılgınca kullanıyordur; radikal konularla uğraşıyordur ama bastırdığı için dışarı çıkamıyordur. Eşi rüyasında bunu açığa vurduğunda da kadın şoke oluyor çünkü aslında kendi konuşmalarını duyar gibi. Aynı şekilde kadın, erkeğin anima duygularından güç alarak bazı şeyleri söylüyor olabilir.


Bu rüyayı gördüğünde, adama bütün bunları anlatmadım. O aşamada çok fazla bilgelik aktarmak yanlış olurdu. Onun bizzat analizde kendi yolunu bulması, içeriği kendisinin kavraması lazım. Bu tip erkekte, üstün işlevini (rasyonelliğini) karşısına almak da sakıncalı olur. Tıpkı bir kadının Erosuna doğrudan muhalefet etmek gibi. Aksi halde çok büyük bir güçle savaşırsınız; enerjiyi boşa harcarsınız.


Bunlar, rüyayı ve üçüzlerin aynı anda doğmasını bir ölçüde açıklar. Zaman içinde ayrılsalar bile, bilinçdışı için zaman yoktur; orası sonsuzdur. Bilinçdışı, bizim yıllarca aralıklarla yaptıklarımızı tek bir anda gerçekleşmiş gibi anlatabilir. Zıt çiftler (siyah-beyaz, geçmiş-gelecek) orada aynı anda bulunur. Yani üçüzlerin aynı anda doğması gayet bilinçdışı mantığına uygundur. Aslında tek bir itki, belki de karısından gelen bir uyarım… Adamın aklı (rasyonel zihin) tıkandığı anda Eros devreye girmiş. Bunda karısının etkisi olmalı. Bu tamamen bilinçdışı bir süreç. Bazı çok sezgili insanlar belki o anda ne olduğunu sezer; ama genelde insan, “Ne saçmalık!” der. Analizde bakınca görürüz ki olağanüstü bir şey yaşanmış ama bilinç henüz fark etmiyor; pleromada yaşanıyor, zamana geçmemiş. Sanırım o adam “Bir devir kapandı” duygusunu fark etmedi, aynı anda karısı da ters yönden bir şey hissetti. İşte o an üçüzler doğdu. Tıpkı bir çocuğun geleceğini rüyasında görmesi gibi.


Çocukların, ilerideki hayatlarının kilit noktalarını basit biçimde öngördüğünü gördüm. 30-40-50 yıl sonrasına denk gelecek problemler çocuk rüyalarında ortaya çıkabiliyor — inanılmaz gelebilir. Bunu ebeveynlerinden mi “alıyorlar”? Bilmiyoruz. Sanırım kolektif bilinçdışıyla ilgili; ama ayrıntısına şimdi girmeyelim.


Dr. Baynes:

“‘Üçleme’nin gücünün azalmasıyla (depotentiation) üçüzlerin doğması arasında bir bağlantı var gibi görünüyor.”


Dr. Jung:

“Evet, doğru yorum budur; arada bir süreklilik var. Uçak inince Üçleme gücünü yitirir, dağılır, sonra ‘yeni doğan’ üçleme hâline geri gelir. Yani önceden bilinçdışı durumda olan Üçleme, şimdi bilinçli olarak yeniden doğar.”


Miss Wolff:

“O hâlde bu kez kadının (wife) doğurması önemli. Hristiyanlık genelde kadını dışlar, sadece Meryem dışında.”


Dr. Jung:

“Evet, birinin kadını savunması iyi oldu. Biliyorsunuz, kadim zamanlarda Sofya (Hikmet) Tanrı’nın eşi olarak Üçlemeye girecekti; Kilise Babaları bundan hiç hoşlanmadı ve onu iptal ettiler. Yalnız Kıpti Kilisesi’nde kaldı biraz. Orada sadece Bakire Meryem, ‘manevi ebe’ gibi yakında durur. Bu yüzden kadın unsuru Üçlemeden dışlandı, şimdi geri dönüyor. Bu, çok dikkat çekici: Kadın, kayıp Üçleme’yi yeniden dünyaya getiriyor.”


Dr. Draper:

“Peki ikisi neden ölü?”


Dr. Jung:

“İşte o, çok ciddi bir soru. Ölü iki çocuğu şimdi öğrenmemiz lazım. Rüya adeta kancalarla dolu. Aklınızda tutun.”



Devam Bölümleri:



Carl Gustav Jung ve psikolojisini eğlendirerek öğreten ve dünyada tek olan bir roman serisi olduğunu biliyor muydunuz? Daha fazla öğrenmek için lütfen tıklayınız. 


Büyük Sır Üstadı serisi 4 kitap birarada

Comments

Rated 0 out of 5 stars.
No ratings yet

Add a rating

Bu blog içeriği konusunda her türlü istek ve şikayetinizi aşağıdaki e-postaya yazabilirsiniz.

©2024 Bilinçdışı Yayınları A.Ş.

bottom of page