Niklaus Van der Flue’un Rüyaları ve Vizyonları Ders 5
- Nazlı
- 21 Şub
- 25 dakikada okunur

Ders 5 – Niklaus Van der Flue’un Rüyaları ve Vizyonları
(Marie‑Louise von Franz)
Rüya ve Vizyon - Jung Enstitüsü – 5 Haziran 1957
Giriş ve Genel Yansımalar
Geçen derste, bireyselleşme süreci esnasında bazı kişilerde, bilinçdışının onlara belirli bir mekâna bağlanma ya da onunla ilişki kurma isteği doğduğuna dair (genel geçerliliği tartışılabilir olsa da) bir işaretin ortaya çıktığını belirtmiştim. Bu durum, ilkel psikolojide daha sık gözlemlenir.
İlkel uygarlıklarda, tüm peyzaj genellikle psikik olarak haritalandırılmış gibidir: Belirli bir dağ, özel bir deneyimin yaşanabileceği mekân; bir orman, kötü bir ruhun dolandığı – karanlığın kendini gösterdiği sihirli bir yer; bazı mağaralar ise doğum için ayrılmıştır. Sanki arketipsel olaylar coğrafi olarak farklı yerlerle bağlantılıymış gibi.
Akılcı bir bakış açısıyla, her yerin, belirli arketipsel durumlarla bağlantılı olarak, üzerinde psikolojik bir etkisi olduğunu söyleyebiliriz.
Örneğin, Seelisberg’e gittiğinizde, ünlü Rutli’nin üzerinde bir yürüyüş yolu vardır; burada gölü aşağıdan izlersiniz ve bir köşeyi döndüğünüzde aniden önünüzde tüm Alp dağlarını ve Dört Kanton Gölü’nün başka bir bölümünü kapsayan muazzam bir panoramik görüş açısı açılır. İki adımda sanki yepyeni bir dünyaya adım atmışsınız gibi hissedersiniz.
Yerel halk hikayelerine göre, çobanlar bu bölgede hayvanlarını dolaştırdıklarında, köşeyi döndüklerinde sanki hayvanlar bir anda onlara yakalanır, götürülür. Siz kamçıyla orada durursunuz, fakat hayvanlar yok olmuştur! Ancak panik yapmamalı, hiçbir şey fark etmemişsiniz gibi davranıp kamçınızı kırmalı, hayvanları yeniden koşturmaya teşvik etmelisiniz; bir dakika sonra hayvanlar geri gelir. Çünkü eğer panik içinde etrafa bakmaya başlarsanız, sarp bir yerden düşebilir ya da hayvanlarda kaza meydana gelebilir.
Benim söyleyeceklerim, bu mekânda, manzaranın büyüleyici etkisi altında bilinçdışınızda adeta bir tutulma (eclipse) yaşandığıdır. Doğal olarak, burası sihirli bir nokta; psikolojik bir fenomeni sembolize eder. Bir yanda her şey kara ve düşmanca görünürken, aniden önünüze yepyeni bir dünya açılır. Bu, psikolojik bir deneyimdir; her şey kasvetli ve umutsuz görünse de, cesaretle devam edersiniz ve aniden yaşamın yeni bir ufku belirir.
Bu nedenle, o yer tipik bir “sihirli nokta” olarak kabul edilir ve çobanlar, hayvanların oradan alınıp götürüldüğünü söylerler. Bu, peyzajın zihin durumumuz ya da imajımız üzerindeki psikolojik etkisinin güzel bir örneğidir; o, bir ruh hali sembolüdür.
Örnek Bir Efsane: Albrecht ve John Parricidia
Mimari Arşidük Albrecht, John Parricidia tarafından öldürüldüğünde, Parricidia tüm sabah boyunca onun arkasından binmiş fakat onu öldürme cesaretini gösterememiştir. Ancak, belirli bir derenin geçtiği, karanlık ve uğursuz şöhrete sahip bir yerde, John Parricidia “Bu pis çocuğun yoluna devam etmesine izin verecek miyiz?” diye bağırarak onu öldürmüştür. İşte, o mekân tam da bunu yapmaya uygundu! Dünyanın dört bir yanındaki dereler, ruhların aniden sizi suya çekeceği yerlerdir; kavşaklar da “katil işlemek için en uygun yer” olarak kabul edilir.
Buchberg’de, ormandaki belirli karanlık bir noktada, tekrar tekrar tecavüz, cinayet ve intihar gerçekleşir; o yer bu tür eylemleri çeker. Doğal olarak, köylüler “orada bir kötülük dolaşıyor olmalı” derler. Bu, kuzey yamaç, güneş ışığından yoksun, altında karanlık ormanların bulunduğu bir yer olup; “Eğer intihar edeceğim, işte bu yer tam da uygun,” diye düşünebilirsiniz.
Böylece, peyzajla projeksiyon yoluyla bir bağlantı kurulmuş gibidir. Muhtemelen romantik peyzaj resimlerinde de, belirli ruh hallerine uyan “ruhsal” peyzajları ifade etme çabası vardır.
Parapsikolojik belgelerde, yerel ruhların (ghost) teması sıklıkla ortaya çıkar. Ruhlar iki gruba ayrılır: Kişinin yanında taşıdığı ruhlar ve o yerle sınırlı, yerel ruhlar. 18. yüzyılda Stans’ten Mister Joller vakası, bir adamın perili evini sattıktan sonra Zürih’e taşınmasına rağmen, oraya yerleşir yerleşmez ruhun yeniden ortaya çıktığını göstermiştir. Bu tür fenomenler, bir ruhun, kişinin yanında seyahat eden özerk bir ayrık kompleks olduğunu öne süren hipotezi destekler.
Ayrıca, yerel olarak bağlı, gelip geçişlerden etkilenmeyen başka bir ruh türü de vardır.
Bunları, bilinçdışımızın zaman ve mekân sürekliliği içinde ne kadar gizemli şekilde bağlı olduğuna dair sorunumuz bağlamında kısaca anmak istiyorum. Bu, kesinlikle güzel bir araştırma alanı olurdu!
Daha sonra, St. Niklaus’un, kendi bilinçdışı tarafından “bağlanmış” olduğu, inzivasını nereye inşa etmesi gerektiğini dört ışığın gösterdiği noktayı ziyaret edeceğiz. Bu mekânı gördüğünüzde sizden ne tür bir izlenim aldığınızı, genus loci’nin (mekânsal ruh) size neler anlattığını duymak isterim.
Burada, kesinlikle manzaraya dair hiçbir görüntü bulunmayan, nemli, içe dönüklüğü ve bireysel yoğunlaşmayı teşvik eden bir karanlık çukur vardır. Güzel bir manzara gibi sizi dışa çekmez, aksine tamamen içinize çeker. İşte St. Niklaus burada, duygularla aşırı yüklü olan dünyadan inzivaya çekilmiştir.
İsviçre Tarihine Kısa Bir Bakış
İsviçre tarihine baktığımızda, tüm ülkenin St. Niklaus tarafından belirlenen örüntüyü izlediğini görmek ilginçtir. 15. yüzyıl, ülkenin en dışa dönük genişlemesinin yaşandığı dönemdi; ancak Marignano yenilgisinden sonra, İsviçre giderek kabuğuna çekilmeye başladı (kısmen gönüllü olarak). Veltlin (Valtelline) gönüllü olarak terk edilmiş; Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Vorarlberg, İsviçre’ye koşulsuz katılmak istemiş, fakat İsviçreliler bunu reddetmişlerdir. Ülke, tarafsızlık ve genişlememe tutumunu sıkı sıkıya korumuştur.
Bu tutum, Jung’un İsviçre karakteri için tipik olarak işaret ettiği, İsviçre’nin gölgesini yabancı ülkelere yansıtmamak yerine, onu kendi içlerinde “açık tutmaya” çalışmaları inancıyla örtüşür. Herkesin özgür basın hakkı vardır; herkes birbirine saldırabilir, kim olursa olsun bir gazete çıkarabilir ya da herhangi bir skandal yaratabilir. İsviçre’nin demokratik fikri, iç çekişmelerin yaşanmasına – hatta bunların cesaretlendirilmesine – izin vermektir; sonuç olarak, İsviçreliler zor bir halktır, fakat dış dünyaya siyasi olarak zarar vermezler çünkü sınırın ötesine projeksiyon yapmaya pek meyilli değillerdir. Dillerin ve potansiyellerin karışımı da bu ihtimali destekler.
Ancak İsviçrelilerin henüz yapması gereken bir adım daha vardır: birey içinde “gölge” meselesini yeniden kabul etmek. Ülke içinde bu sorun kabul görmüştür ve Jung’a göre bu, bireyler olarak bizim önümüzdeki en önemli görevdir. Onun inancına göre, yeterince birey bunu başarabilirse, bir sonraki dünya savaşını önlemenin yolu budur.
St. Niklaus, İsviçre’nin kaderini kurtarmada, İsviçre’nin “içinde halletmesini” tercih eden tipik bir modern insan gibi davranmıştır; o, dünyadan çekilmiş ve tüm mücadeleyi kendi iç dünyasında vermiştir. Eğer siyasi hayatına devam etseydi, gölgesini barındıramayacaktı; bu yüzden gölgeyi içine alarak dünyadan inzivaya çekilmiştir. Bizim açımızdan bu, biraz sorumsuzca görünebilir; ben, dünyanın sürtünmesi içinde kalıp “kule” tutumunu içsel olarak korumanın daha fazla güç gerektirdiğini söylerim.
Kendimiz içinde bir kule inşa etmeliyiz; dışarıdan inzivaya çekilmek yerine, bireysel gücümüzü geliştirip, bireysel meseleye odaklanmalıyız ki arkadan kaymadan, kontrolü elden bırakmayalım.
St. Niklaus, sahip olduğumuz psikolojik fikirlerden yoksun olduğu için bunu yapamadı. Bunu, projeksiyon yoluyla – bir inziva inşa edip, oraya çekilerek – yapmak zorunda kaldı. İşte bu küçük eylemiyle İsviçre’yi kurtardı. (Zaman sıralaması açısından ters olsa da, daha sonra yaşanan olayları da kısaca özetleyeceğim.)
İsviçre’deki Çatışmalar ve St. Niklaus’un Rolü
Köylü kantonları Schwyz, Uri ve Unterwalden, Bern, Luzern, Zürih ve Fribourg’daki şehir kantonlarıyla tartışmaya girmiştir. Zürih kantonları belli bölgeleri kontrol etmiş ve köylü kantonlarına karşı bir devrim başlatmış, kısa süreliğine iç savaş kaçınılmaz hale gelmiş; şehir kantonları ile kırsal kantonlar arasında savaş ilanı yapılması düşünüldü. O dönemde İtalya İsviçre’ye çok düşman, Avusturya demokrasiyi ele geçirme fırsatını kolluyor, Fransa müdahale etmek istiyordu. Eğer iç savaş çıkmış olsaydı, İsviçre parçalara ayrılır, tamamen yok olurdu.
Okul kitaplarında, bu sırada St. Niklaus’un Stans’ın “Tagsatzung” (Meclis)’ünde ortaya çıkarak halka barışı korumalarını söylediği anlatılır. Bu, olayların kısmen şiirsel bir tasviri olsa da, 16. yüzyıl kronikçileri farklı bir hesap vermiştir: Niklaus’un itirafcısı (confessor) – savaş kararı alındığı mecliste olan – St. Niklaus’a gidip ne yapmaları gerektiğini sormuş; kendisine halkı makul davranmaya ve Tanrı adına barışı korumaya çağırması söylenmiştir. İtirafcı, inzivanın mesajını alıp geri dönmüş, tartışmalar yeniden başlamış ve müzakereler sürdürülmüştür. Böylece, birkaç makul kişiyle bir uzlaşma sağlanmış, bir antlaşma imzalanmış, iç savaş önlenmiş ve İsviçre kurtarılmıştır.
Asıl şaşırtıcı olan, İsviçre’yi kurtaran şeyin St. Niklaus’un gerçek mesajı olmadığı, ancak Jung’un “bilinçdışı otorite” dediği güçle kazanılmış olmasıdır. Kendi içinde bireyselleşme sürecini gerçekleştiren St. Niklaus, öyle bir “mana” edinmişti ki, kişiliğine hayran kalan insanlar, onun sözcükleriyle bile bir savaşı durdurabilecek güçte ona tapmışlardı. Bana göre, bu, bir bireyin tüm bir topluluğa karşı etkisini göstermede en etkileyici örneklerden biridir.
Kişi, kendi ruhuyla çalışır; gölgesindeki tüm aşağılayıcı, pis işleri gerçekleştirmeye çalışırken, haberlerle moralini bozar. Bir gün atom bombası geleceğini düşünür ve “Kendi üzerinde çalışmanın ne faydası var; o bombayı neye yarar, eninde sonunda bombayla vurulursun” diye hissedersiniz. Bu istatistiksel argüman, bireye karşı o kadar güçlüdür ki, zaman zaman kimsenin bu düşünceden kurtulamadığını görüyorum. Ne kadar aşikar ve bariz olsa da, bireyselleşme sürecinde ortaya çıkan rüyalar, bireyde her şeye bedel görece kadar güçlü, her şeyin yerini dolduracak kadar büyük bir şey olduğunu gösterir.
Böylesi mistik bir bakış açısını benimsemek, hatta megalomanik görünse de, sonuçlar görüldüğü gibi, böyle bir şey işlemiştir: Kendi üzerinde çalışan bir birey, potansiyel olarak Avrupa’yı yakabilecek bir yangından bir bütün ülkeyi kurtarmıştır. Bu, tarihi bir örnektir ve cesaret vericidir. En azından bu yöndeki dürüst çaba, böylesi bir şey mümkünse değerli görünmektedir.
Muhtemelen İsviçrelilerin bu azizi bu kadar yüceltmesinin temel nedeni budur. O, kendini toplumsal olarak tamamen kesmeye çalışmış, içsel sese taviz vermeden yaşamıştır. Ayrıca, dışa dönük yönünü dışlamamıştır; çünkü onun hakkında yazılan literatüre bakarsanız, azizin son derece zeki olduğu genel olarak kabul edilir. Birkaç asil adam onu ziyarete gelmiş, onunla siyaset üzerine tartışmış ve dünyevi meselelerle ilgilenmediği halde, Avrupa’nın tüm siyasi durumunu nasıl görebildiğini, gerçekte neler yapılması gerektiğini bildiğini sormuşlardır.
Fakat St. Niklaus, asıl vurgusunu içsel gelişimine vermiş; dünyadan çekilmesi, kendi problemlerinden kaçmak değil, içsel olanın dışsal olandan üstün olduğunun göstergesidir.
Şimdiye kadar, bu azizin biyografisini, inzivasını inşa ettiği zamana kadar özetledim. Dört ışığın vizyonuna ek olarak, inziva inşa edilmeden önce yaşadığı dört büyük vizyondan bahsedeceğim.
Bu vizyonlar yalnızca kişisel bir problemi değil, aynı zamanda o dönemin dini durumunu da yansıtır. Aşağıdaki vizyon, onun dünyadan çekilme konusunda tartışırken, depresyon yaşadığı bir dönemde gerçekleşmiştir.

Üç Ziyaretçinin Vizyonu
(Üç asil görünümlü, soylu olduklarını belli eden giyim ve duruşa sahip üç adam, ev işlerine dalmışken St. Niklaus’a görünürler.)
İlk adam şöyle konuşur:
“Niklaus, bedeninle ve ruhunla bizim gücümüze kendini adar mısın?”
Niklaus hemen cevap verir:
“Bedenimle ve ruhumla yalnızca ezici gücüyle Tanrı’ya kendimi teslim edeceğim.”
Bu cevabı alır almaz, üçü de yüzlerini çevirip gülmeye başlar.
Yine ona dönen ilk adam:
“Eğer kendini Tanrı’nın ebedi hizmetine adadıysan, sana söz veriyorum ki 70 yaşına ulaştığında, bütün çabaların için merhametli Tanrı, acıma duygusuyla seni bütün yüklerinden kurtaracaktır. Bu arada, sana sabırlı olmanı tavsiye ediyorum; ebedi yaşamda sana ayı pençesi ve zafer ordusunun bayrağını vereceğim, ama bizim hatırlatmamız için sana asıl çarmıhı bırakıyorum.”
Bu sözler üzerine, St. Niklaus, birçok cazibeyi cesaretle aşabilirse, ebedi şan ve ardından güçlü bir orduyla taçlandırılacağını anlar.
Yüzeysel bakıldığında, bu vizyon oldukça şeffaf bir motif gibi görünebilir. Üç adamın, onu ziyaret eden ve ona ebedi yaşamı vaat eden Baba, Oğul ve Kutsal Ruh’u temsil etmesi beklenirdi; Niklaus, tam 70 yaşında öldüğünde öyle olmuştur. Fakat modern psikolojik bakış açısından, bazı noktalar, yaygın yoruma ters düşer.
Örneğin, St. Niklaus, bu üç adamın kim oldukları konusunda kendisinin de oldukça kararsız olduğunu belirtir. Sadece Tanrı’nın hizmetine kendini vereceğini söylediğine göre, kim olduklarından tam emin değildir; belki de şeytan olabilirler! Bir diğer nokta; Tanrı’nın hizmetine kendini adadığını söylediğinde, bu üçü gülmeye başlar. Neden? Çünkü bazen bu üç adam, Tanrı’dan başka bir varlık gibi konuşurlar; bazen “Ben” diyerek, bazen de haberci gibi davranırlar. Yorumcular, bunların belki de üç melek olduğunu, Tanrı’nın kendisi olmadığını öne sürerler.
Ardından, hem Katolik hem Protestan yorumcuların kaçındığı, Hristiyan sembolizmasında bulunmayan ayı pençesi – ya da pençe – sembolü yer alır. Bu yüzden şimdi bu vizyonu, geleneksel önyargılardan arındırıp, Jungcu bakış açısıyla, motifleri olduğu gibi alarak modern bir insanın rüyası olarak ele alalım. Eğer “Üçleme” olduğu söylenmemişse, biz onu öyle kabul etmeyiz. Muhtemelen St. Niklaus, normal bilinç durumuna döndüğünde bunu Üçleme olarak ilişkilendirmiştir; dolayısıyla çağrışım açısından doğru olur, ama rüya metni öyle dememektedir.
Üç soylu adamı, azizi Üçleme’yi hatırlatır şekilde kabul etmeliyiz; onunla yaşam tarzını tartışmış, ebedi yaşamı ve belirli sembolik rolü vaat etmişlerdir. Bu üç soylu adamı, daha önceki rüyada ortaya çıkan, azize özel bir yaşam sürmemesi gerektiğini söyleyen diğer soylu figürden ayıramayız.
O dönemde, bilinçli tutumuna uymadığı için, bu figürün şeytan konuştuğunu düşündüğünden, bu sefer Üçleme olduğunu söylemiştir.
Diyelim ki bu üç soylu adam, bize başka bir figürü hatırlatsın; ve bilmece çözen bir soylu figürü, aynı zamanda Wotan’ın da hatırlattığı, insanları bilmecelerle sınayan figürü andırıyordur. Bu belki keyfi görünebilir; fakat bana göre fikrimi doğrulayan, Wotan’ın “Hrammi” – ayı pençesi ya da pençe – adı, Wotan’ın resmi unvanlarından biri olduğudur.
Eğer mesele Wotan ile ilgiliyse, neden üç kişi var?
Wotan bazen kendine Björn (küçük ayı) de der. Bu, başka bir unvan ve aynı zamanda diğer tanrı Donor’un da unvanıdır.
Ayı, çok kutsal bir hayvandır ve Wotan, sık sık ülkeyi dolaşır, köylülerin evlerine girer, yemek ister; sorulduğunda “Benim adım Björn” der ve köylüler, tanrının gelip de fark etmeden ziyaret ettiğini anlarlar.
İsviçre’de ayı çok kutsaldır.
Genellikle, kötülük ruhlarından korunmak için ahır kapısının üzerine çivilenmiş bir ayı pençesi bulabilirsiniz; günümüzde kolay bulunabilen nal ile değiştirilse de, pençeler, mücadelede temsil ettikleri güç ve kuvvetin özü nedeniyle tercih edilir.
İsviçre’de ayı, daha güney ülkelerdeki aslanla eşdeğerdir.
Ayrıca, ayı, İskandinav Şamanlarının sihir gücünü garanti eden en yaygın koruyucu ruhlardan biridir.
Hristiyanlıktan önceki zamanlarda, adı söylenmese de, “küçük büyükbaba” veya “zeki baba”, “yaşlı adam”, “kutsal adam”, “kutsal kadın”, “bal yiyen” ya da “altın ayak” olarak anılırdı; altın ayaklı olduğu fikriyle. 17. ve 18. yüzyıla kadar bu tür isimler Rusya ve Litvanya’da yaşadı.
Ayı, iki cinselliği temsil eden arketipsel bir sembol gibi görünmektedir.
Yunanistan’da, ana tanrıça Artemis’e, Almanya’da ise bir kahramanın kadın takipçisi Fulgya’ya kutsal sayılmıştır.
Ayı pençeleri, kötü gözden korunmak için de kullanılmıştır. Eski Prusya’da, ölülerin mezarlarına, onlar için ayı pençesi yerleştirilir, böylece onlar Öteki Diyar’a tırmanabilecek güçte olurlar.
Burada ayı pençesi, Öteki Diyar’a geçiş ve ebedi yaşam fikriyle birleştirilir. En iyi Katolik yorumcu Lavaud, İncil’de ayı hakkında bir şeyler bulmaya çalışmış ve İşaya’nın “Tanrı bana bir ayı gibi baktı, karanlıkta bir aslan gibi, yollarımı şaşırmama neden oldu” dediği bir yeri aktarmıştır. İşaya burada, Tanrı’nın ona acımasız davrandığından ve karanlıkta bekleyen bir şeytan gibi saldırdığından şikayet eder. Apokrifalarda korkunç hayvanın da ayı ayaklarına sahip olduğu geçer.
Bu ipuçlarına göre, İncil’de ayının kötülükle ya da Tanrı’nın yıkıcı yönüyle ilişkili olduğu söylenebilir.
Sonrasında, bildiğiniz üzere, St. Niklaus, Tanrı’nın karanlık yüzünün muazzam bir vizyonunu yaşamıştır.
St. Niklaus’un ardından gelecek görkemli ordu, Alman kahramanlarının Valhalla’ya gitme fikriyle uyumludur; oraya, yalnızca savaşta ölenler gider.
Yemek, içmek, kavga edip tartışmak, kadınların olmadığı bir ortam, Öteki Diyar’da harika bir yaşam olarak düşünülürdü; eğer St. Niklaus, zafer ordusunun bayrağıyla Valhalla’ya girerse, orada liderlerden biri olarak yer alır.
Aslında, bir zamanlar o, bayrak taşıyıcıydı.
Tüm bunlar, onun Alman kökenli, pagan bir vizyona sahip olduğunu, ancak bunu Hristiyan yorumuyla değerlendirdiğini ima edebilir; fakat bu doğru değildir, çünkü Wotan’ı andıran üç figür, çarmıhı St. Niklaus’a bırakır ve onun ömrünün sonuna kadar bunu taşımasını söyler.
Bu sembol, açıkça Hristiyan’dır ve bilinen Mesih’in taklidi (imitatio Christi) fikrini yansıtır.
Gerçek Mesih motifi, çarmıhı taşımayı gerektirir; kendisine, Öteki Diyar’da ordu lideri olana kadar bunu yapmak zorunda kalacağı söylenmiştir.
Çarmıhı, teolojik değil psikolojik olarak ele alırsak – Jung’un sözleriyle – bilinçlenme acısını, ahlaki çatışmayı ve kendi düşüncelerinin belirsizliğini temsil eder.
Çarmıh, kozmos ve dört elementi olarak yorumlanmış, Mesih de buna kurban olmuştur.
Ancak, aynı zamanda, Mesih’in kendi isteğiyle kabul ettiği, karşıtlıklar arasındaki acıyı da temsil eder; böylece İlahi, bu acı çekmeyi yaşamıştır.
Dolayısıyla, çarmıhı taşımak, çatışmayı kabul etmek demektir; en yüce çatışmayı kabul etmek, bayrağın elde edilmesi ve ayı pençesinin süslemesinin yoludur.
Benim açıkladığıma göre, ayı, ilahi hayvanı temsil eder.
Tanrı, eski geleneksel şekilde hayvan olarak görünür; bu, tanrı-adam içindeki hayvana işaret eder.
Bu dini deneyim, beden aracılığıyla, kişinin kendi hayvani doğası üzerinden gerçekleşir.
Hristiyanlık öncesi pagan gizemlerinde, hayvani doğayla ekstazla özdeşleşme, cinsel deneyim ya da dövüş gibi tipik hayvani tecrübeler, ilahi gizem olarak yaşanırdı.
Dionysos ve Eleusis gizemlerinde bu tecrübeler, psikolojik olarak İlahi ile bütünleşme olarak anlaşılırdı; fakat Hristiyan döneminde, bu, yaşamaya çalışılan, sonra ise sessizce kabul edilen bir gizem olarak ele alınmıştır.
Alman kabilelerinde, Akdeniz halklarından farklı olarak, yüceltilen unsur cinsel dürtü yerine dövüş içgüdüsü olmuştur; bu da İlahi’yi deneyimlemede köprü vazifesi görmüştür. Ve bu, sözde “Berserk olma” geleneğine girmiştir.
“Serk” kelimesi, deri veya ceket anlamına gelir; Berserk, ayı postu giymek, yani bir tanrının etkisi altında olmak anlamına gelir.
İlk başta, “Berserk olmak” miras kalan bir özellikti.
Bazı asil ailelerde, bu yetenek, kişiliği iki katına çıkaracak miras niteliğindeydi.
Büyük kahraman salonda otururken, arkadaşı yardım çağırır; kahraman esnemeğe başlar ve aniden savaş alanında dev bir ayı belirir, tüm düşmanı öldürür.
Bu arada, kahramanın bedeni, salonda ya da ateşin yanında bir ceset gibi yatarken, sonrasında ne olduğunu hatırlamaz.
Berserk durumundayken, muhtemelen dövüş ekstazı içinde büyük işler yapan kahramanı, sonrasında ne olduğunu fark etmezsiniz.
Bu durum, acı olarak da yorumlanmıştır.
Bazı kronikçiler bunu “ele geçirilme” (possession) olarak, bazılarının ise özel kahramanca bir nitelik olarak anlattığı bilinmektedir.
Baskın bir duygusal etki, tuhaf davranışlara yol açabilir.
Örneğin, şizofrenik ataklarda, bazı insanlar parmak ucunda yürüme ya da sanatoryum duvarlarına hayvan gibi tutunarak tırmanma gibi akıl almaz başarılar gösterebilir.
Rasyonel olarak imkânsız olan en şaşırtıcı işleri başarabilirler.
Dolayısıyla, duygusal etki zirvesinin aşırıya kaçması, bir insanı inanılmaz işler yapabilecek hale getirir ve öznel olarak İlahi ile ekstatik bir bütünlük deneyimi yaşatır. Bu, ilahi bir nitelik taşır ve Tanrı ile mistik birleşme hissini verebilir.
Birçok insan, bu etkilerden kurtulmak istemez çünkü onlardan büyük sevinç alır; hatta sonrasında yorgunluk ödemek zorunda kalsalar da.
Analiz sürecinde, bir gün kişi duygusal durumuna sadık kalmak mı yoksa daha insan olmak mı istediğine karar vermek zorunda kalır.
Wotan, bu ilahi duygunun tanrısıdır. “Wut” öfke demektir ve bu yüzden o, bu zihinsel çerçevenin ilahi dönüştürücüsü ve savaş alanında ölen kahramanların tanrısıdır.
Zaten St. Niklaus’un son derece şiddetli, Berserk niteliğinde bir yapıya sahip olması gerektiğini düşündük ve bu unsur şimdi onun Tanrı imgesine yansımaktadır; vizyon, sonrasında gördükleriyle örtüşür niteliktedir.
O, varlığının bu insani yanına girmemiş ve kendi hayvani doğasını gerçekleştirme çabasını engellemiştir.
Jung, bizlerin tam olarak Hristiyanlaştırılmadığını, doğamızın derin katmanlarının dokunulmamış kaldığını söyler. Dolayısıyla, St. Niklaus gibi bir adam bu yönde çaba gösterdiğinde, hayvani doğasıyla yüzleşir.
Hristiyan öğretisine göre, bu durum her ne pahasına olursa olsun evcilleştirilmelidir; bu, St. Niklaus’un bilinçli çabasıdır ve bu yüzden o, çarmıha gerilmeyi bilinçli olarak kabul etmiştir.
Peki ayının bize verebileceği dini deneyim nedir?
Bu kısım, Hristiyanlık programından çıkarılmıştır; diğer dinlerde yaşamın özüne ait olmasına rağmen, Hristiyanlık sosyal yıkıcılığı nedeniyle bu unsuru dışlamıştır.
Modern insan, hayvani doğayla ne yapılacağı sorusuyla sürekli karşı karşıyadır.
St. Niklaus, çarmıhı üzerine almış ve bunu o kadar tam bir biçimde yapmıştır ki, bir gün diğer deneyimi ne olduğunu bileceği söylenmiştir.
St. Niklaus’un vizyonunda, ilahi hayvanın dini deneyiminin farkındalığı, gelişimin öncesinde sunulmaktadır.
Demek ki, ilahi hayvanda bir bütünlük tapınımı vardır.
Bu durum, ilkel toplumlarda çok sık görülür; örneğin, Akdeniz’in antik gizem kültlerinde.
Ancak Hristiyan Üçlemesi ile bu unsur, dini iç yaşantıdan reddedilmiş, çıkarılmıştır.
St. Niklaus’un vizyonuna göre, Hristiyan inancının sembolü, çarmıhı taşımaktır. Hristiyanlık bize, yalnızca bu dünyanın etkisine katlanıp, kendimizin çarmıha gerilmesini öğretir; fakat içine girmemeyi, örneğin eğer ben Berserk öfkesi içine girersem, bunu düzeltip Tanrı’dan kurtulma yardımını istememiz gerektiğini söyler.
Hristiyan öğretisi, bunun acı çekmek olduğunu, Hristiyan yaşamının lütfu olduğunu, insanın bu dünyanın çaresiz acısını taşıması gerektiğini belirtir; bu, etik bir erdem olarak görülür.
Eğer insanın içinde öyle bir ilkel doğallık varsa ki, bu dünya o kadar güçlü ve yıkıcı hale gelsin, Hristiyan çözümü yeterli olur.
Ancak süreç çok ileri giderse, eğer uzun süre uygulanmış ve belirli bir noktaya ulaşılmışsa, başka bir sorun ortaya çıkar: Böyle insanlar çok fazla Hristiyanlaşır, köklerinden kopar, incelir; yaşam zevki ve canlılık kaybolur, bastırılmış dünya yıkıcı hale gelir ve sonra, pürüzsüz Hristiyan insan, büyük patlayıcı gölgeye sahip olur – Pazar günü kiliseye giden ve Pazartesi atom bombasını üreten, “onların” ne zaman geleceğini hayal eden beyefendi gibi.
Böyle patlayıcı bir yıkım meydana gelir ve işte bu, Hristiyanlığın getirdiği durumdur.
Bu yüzden Doğa, başka bir yol düşünüyormuş gibi görünür: Bu dünyayı alıp, bizi öne çıkarmak, Hristiyanlığın, kendimizi medenileştirmek için aşılması gereken bir süreç olduğunu söylemek.
İlkel ülkelerde yaşayanlar bunun değerini bilir; Hristiyan olmayan ülkelerde, başkalarının acılarına önem verilmediğinde, bunun karma olduğu söylenir; bu, Hristiyan özdenetim çabasının, en ilkel hayvani içgüdülerimizi insanileştirme aşamasının değerini gösterir.
Fakat St. Niklaus’un vizyonunda, orijinal dünyanın dönüşü vardır; bilinçdışı ona diyor ki: “Önce çarmıhı taşımalısın, fakat ölümden sonra ayı pençesini taşıyacaksın.”
Çözüm, ölümden sonraki hayata yansıtılır; program bu yaşam için çok yüksek, fakat burada, bu dünyada başaramadığınız şeyin sonraki hayatta başarılacağına dair umut vardır.
Dolayısıyla kahraman olup aynı anda Hristiyan tutumunu kazanmak imkânsız bir idealdir.
Bu yüzden St. Niklaus yalnızca Hristiyan kaderini çekebilmiş; bu dünyanın etkisine katlanmış ve ölümden sonra belki başka bir yolla ulaşacağına umut etmiştir.
Bu adamın problemi imgesi, diğer 15. yüzyıl insanlarınınkiyle aynıdır; hayvani doğanın entegre edilmesiyle, eski değerlerin kaybı olmaksızın iki zıt kutbun gerçek bir birliğini arzu etmek.
Komünizmde paganlığa geri dönülür; orada köleler ve özgür yaşam vardır, eğer öfkedesiniz, sadece öldürürsünüz.
Büyük sorun, geri kayma tehlikesidir; bu, bir erdem değildir.
Bu vizyonda, bilinçdışı, hayvanın, Hristiyan uygarlığının değerleriyle birleşmesi programını ortaya koyar.
Hristiyanlık öncesi durum ile Hristiyanlık sonrası durum arasındaki sınır çok incedir. St. Niklaus’un zamanında, eski Wotan ve vahşi avcıları hâlâ ülke genelinde hayalet biçiminde bulunuyordu; dolayısıyla regresyon, ilerlemeye çok yakındı.
Klaus, çalılıkların arasında yarı çıplak dolaşırken, işlerin hangi yöne gideceği belirsizdi.
Pagan dünya onu o kadar güçlü etkisi altına almıştı ki, Hristiyan yolunu sürdürmek neredeyse imkânsızdı.
Bu sorunla karşılaşıldığında tek seçenek, şeyin nereye gittiğini keşfedene kadar kendini inzivaya almaktır.
Bir sınıf üyesinin belirttiği üzere, Wotan yalnızca dövüş ve öfke ekstazını değil, ölümün ekstatik sevincini de temsil eder.
Tüm Alman ırkı, “Savaş Mektupları” adlı kitaptaki gibi, ölümle ilgili bir tür intihar eğilimi tarafından çok fazla etkilenmiştir.
Bunlar, daha sonra ölen erkeklerin, düşmeden önce savaş hakkındaki deneyimlerini ve hislerini anlattığı mektuplardır; ölüm için mistik bir arzu ve projeksiyon vardır ki, bu da bir ekstatik dini deneyim olarak yaşanır.
Düşmana karşı nefret yoktur, Nazi idealine dair gerçek bir inanç yoktur; fakat ölme arzusu ve bu durumun ekstatik dini deneyim olacağına dair bir projeksiyon vardır.
Bu durum, Almanları tehlikeli askerler yapan ve onlara muazzam bir itici güç veren unsurdur.
Bu, Berserk öfkesiyle çok benzer; tersine agresiflik diyebiliriz.
Böylesi içsel inanca sahip olan insanlar, kendini yıkıma eğilimlidir.
Bu romantik ölüm deneyimi arzusu, puer eternus tipi ve anne problemiyle birlikte birçok ülkede görülür.
Erken ölen genç tanrı, ölüm mistisizmine hafif bir eğilim vardır.
Alman ırkında, bu durum, agresivite problemiyle, erken ölen kahraman gençliğin Berserk öfkesi yönüyle birleşir.
Tüm bunları yöneten arketipsel imge, tanrı Wotan’dır.
Neden yalnızca ayı pençesi anılıyor, tüm ayı değil? Ve neden yalnızca Öteki Diyar’da süsleniyor, bu yaşamda yalnızca çarmıh taşıyor?
Ayı pençesi, doğasının gücünün açıkça bir işaretidir; ayı ölür, sadece pençe kalır; dolayısıyla ayı değil, ayı sembolü, ölümden sonra yaşayacağı deneyimi simgeler.
Bu, ayının kahramanca formunda entegre edilmek isteğidir; demek ki, bu dünya Hristiyan sonrası bir realizasyonda geri dönerse, psikolojik düzeyde entegre olur, somut bir düzeyde değil; bu da pagan davranışa regresyon anlamına gelir.
Klaus, pençeyi bir sembol olarak taşıyacak, ayı haline gelmeyecektir.
Hayvan sembollü bayrak taşımak, Alman kabile rahiplerinin eski adabıdır; tarlalarında bereketi artırmak için böyle sembolleri taşırlar.
Dolayısıyla St. Niklaus’un, pagan tutumunu andıran fakat aslında Hristiyan tutumunda ileriye dönük, yeni dini bir yaklaşımın ademi olarak rahip haline geldiği söylenebilir.
Alman kabile rahiplerinin, hayvan sembollü bayrakları taşırken uzun saç ve kadın giysileri giydikleri bilinir; bu, İskandinav Şamanı’nı andırır.
St. Niklaus uzun bir gömlek giydi; kadın şamanı ise erkek giysileri giyer – bu, bütünlüğün ilkel ifadesidir.
Tacitus’a göre kulede yaşayan Bructerer’lerden bir kadın şaman, sık sık diğer ülkelerden vekiller alır, onlara tavsiye verirdi; tıpkı St. Niklaus’un insanlara danışmanlık vermesi gibi.
Dolayısıyla, o, eski Alman rahip özelliklerini taşıyan bir Hristiyan inzivaya dönüşmekte olduğu söylenebilir; ve bir rahibi görünce hissettiği hayranlık, kendi gelecekteki gelişiminin bir önsezisi olmalıydı.
Şimdi “Symbolik des Geistes” adlı eserden, paganlıktan Hristiyan probleme geçiş fikrini güçlendiren birkaç pasajı okuyacağım. Jung, Hristiyan çarmıh sembolünün, insanın ahlaki çatışmasını ve kendi içindeki karşıtlıklarını fark etmeye başladığı bir aşamayı temsil ettiğini söyler.
Hristiyanlık öncesi zamanlarda, insanlar gölgeye sahip olduklarını bilseler de, sağ el sol elin ne yaptığını tam olarak bilemezdi; gölge her yere dağılmıştı.
Bu, geç pagan antik çağın sosyal durumunu açıklar; durum katlanamaz hale gelmişti.
Hristiyanlıkta ise, insan ilk kez ahlaki çatışmanın ve toplumsal görevlerinin farkına varmıştır.
Üçlemenin içinde, Mesih, Oğul’un ilahi formuna aittir.
Baba, gölgenin ara sıra yaşandığı ve aynı zamanda bastırıldığı durumu temsil eder.
Mesih’in çağı, ahlaki problemlerin bilincine varıldığının dönemidir.
Pre-Christian Aşama
Baba Aşaması
Mesih Aşaması
Kutsal Ruh Aşaması
Tanrı ile bütünleşme durumuna tapınma;
Hristiyanlık ve Çarmıh.
Burada hayvani unsur çıkarılmıştır.
İrrasyonelliğe teslimiyet yeniden sağlanmıştır.
Hristiyan çarmıhının ötesine geçen, ego’nun iç bütünlüğe teslim olmasını sağlayan bir unsur vardır. Bu aşamada, insan bütünlüğünü temsil eden sembolik bir figür ortaya çıkar.
(St. Niklaus, Hristiyan inancını içinde özümsemiş ve hayvani doğayla bütünleşerek daha kapsayıcı bir varlığa ulaşmış bir kişinin örneği olarak söylenebilir.)
İlahi hayvanın entegre edilmesi, çok büyük bir sorundur; çünkü ancak ekstaz yoluyla kişiliğin ve doğanın birliğini tam olarak deneyimleyebilirsiniz.
Eğer bu deneyim reddedilirse, kişi yarım kalır.
Fikir, karanlık tarafın, ahlaki niteliklerden ödün vermeden entegre edilmesidir; bu, burada büyük bir ahlaki sorundur.
Berserk insan, ekstatik bir duygu yoluyla bütünlük içinde olan insandır.
Bir sonraki vizyonda, Mesih de Berserk figürü olarak görünür; karşıtlıkların en mükemmel birliğinden daha iyi olamaz.
Mesih, ayı postu giymiş bir adam olarak ortaya çıkacaktır; böylece bilinçdışı nereye yöneldiğini görürsünüz.

Toplumsal ve Tarihsel Örnekler; Bireyselleşme Sürecinin Kapsamı
Bu, tarihsel bir örnektir ve cesaret vericidir. En azından, böyle bir çabanın – eğer mümkünse – dürüstçe yapılmasının değeri ortadadır. Belki de İsviçrelilerin bu azizi bu kadar yüceltmesinin temel nedeni budur. O, kendini toplumsal ilişkilerden tamamen koparmaya çalışıp, içsel sese taviz vermeden yaşamış; ancak dışa dönük yönünü de tamamen reddetmemiştir. Alan yazını incelendiğinde, azizin son derece zeki olduğu genel kabul görür; birkaç asil adam ziyarete gelip siyaset üzerine tartışmış, dünyevi meselelerle ilgilenmese de Avrupa’nın genel siyasi durumunu kavradığını söylemişlerdir. Fakat St. Niklaus, esas olarak içsel gelişimine vurgu yapmış; dünyadan çekilmesi, kendi problemlerinden kaçmak anlamına gelmemiş, aksine içsel olanın dışsal olanın üzerinde olduğunun göstergesidir.
Şimdiye kadar, bu azizin biyografisini, inzivasını inşa ettiği zamana kadar özetledik. Ayrıca, dört ışığın vizyonuna ek olarak, inziva inşa edilmeden önce yaşadığı dört büyük vizyondan bahsedeceğim. Bu vizyonlar yalnızca kişisel bir problemi değil, aynı zamanda o dönemin dini durumunu da yansıtmaktadır. Aşağıda, onun dünyadan çekilme konusundaki tartışmaları sırasında, depresyon yaşadığı bir dönemde ortaya çıkan “Üç Ziyaretçinin Vizyonu”nu ele alıyoruz.
Üç Ziyaretçinin Vizyonu
Üç asil görünümlü, soylu olduğunu belli eden giyim ve duruşa sahip üç adam, ev işleriyle meşgulken St. Niklaus’a görünür. İlk adam şöyle der:
“Niklaus, bedeninle ve ruhunla bizim gücümüze kendini adar mısın?”
Niklaus hemen yanıt verir:
“Ben yalnızca ezici gücüyle Tanrı’ya kendimi teslim edeceğim.”
Bu cevabı duyunca üçü de yüzlerini çevirip gülmeye başlar. İlk adam ona tekrar dönerek der:
“Eğer kendini Tanrı’nın ebedi hizmetine adadıysan, sana söz veriyorum ki 70 yaşına ulaştığında, tüm çabaların için merhametli Tanrı, acıma duygusuyla seni bütün yüklerinden kurtaracaktır. Bu süre zarfında ise, sana sabırlı olmanı tavsiye ediyorum; ebedi yaşamda sana ayı pençesi ve zafer ordusunun bayrağını vereceğim, fakat seni bize hatırlatacak çarmıhı sana bırakıyorum.”
Bu sözlerden, St. Niklaus, eğer pek çok cazibeyi cesaretle aşabilirse, ebedi şanla ardından güçlü bir orduyla taçlandırılacağını anlar. Yüzeysel bakıldığında bu vizyon, oldukça şeffaf bir motif gibi görünebilir; üç adamın, ziyarette bulunan Baba, Oğul ve Kutsal Ruh’u temsil etmesi beklenir – St. Niklaus, tam 70 yaşında vefat etmiştir. Ancak modern psikolojik bakış açısından bazı noktalar mevcut yorumla çelişir. Örneğin, St. Niklaus bu üç adamın kim olduğu konusunda kendisi bile tam emin görünmemektedir. Sadece Tanrı’ya hizmet edeceğini söylemişse, kim olduklarından tam emin olmadığı, belki de şeytan olabilecekleri çağrışımını yapar. Bir diğer nokta; kendini Tanrı’nın hizmetine adadığını söylediğinde, bu üçü gülmeye başlar. Neden? Çünkü bazen bu üç adam, Tanrı’yı sanki başka bir kişiymiş gibi konuşur; bazen “Ben” diyerek, bazen de haberci rolündeymiş gibi davranırlar. Bazı yorumcular, bunların üç melek olabileceğini öne sürer.
Üstelik, Hristiyan sembolizmasında bulunmayan, ayı pençesi (claw) sembolü ortaya çıkar; bu sembolden hem Katolik hem de Protestan yorumcular kaçınır. Bu nedenle, şimdi geleneksel önyargılardan arınmış, Jungcu bakış açısıyla, motifleri oldukları gibi alarak bu vizyonu modern bir insanın rüyası olarak ele almamız gerektiğini düşünüyorum. Eğer metinde Üçleme olduğundan bahsedilmiyorsa, biz de öyle kabul etmeyiz. Muhtemelen St. Niklaus, normal bilinç durumuna döndüğünde bu durumu Üçleme olarak ilişkilendirmiştir; çağrışım açısından doğru olsa da, rüya metni öyle belirtmemektedir.
Sonuç olarak, üç soylu adamı, azize Üçleme’yi andıran figürler olarak kabul etmeli; onlarla, onun yaşam tarzını tartışmış, ebedi yaşamı ve sembolik bir rolü vaat etmişlerdir. Bu üç soylu figürü, daha önceki rüyada ortaya çıkan ve St. Niklaus’a özel yaşam sürmemesi gerektiğini söyleyen diğer soylu figürden ayıramayız. O dönemde, bilinçli tutumuna uymadığı için, o figürün şeytan tarafından konuşulduğunu düşündüğünden, bu sefer kendisi Üçleme olduğunu iddia etmiştir.
Diyelim ki, bu üç soylu adam bize başka bir figürü çağrıştırıyor; bir bilmece çözen soylu figürü, aynı zamanda Wotan’ın da hatırlattığı, insanları bilmecelerle sınayan figürü andırmaktadır. Bu belki keyfi görünebilir; ancak bana göre fikrimi doğrulayan, Wotan’ın “Hrammi” (ayı pençesi ya da claw) adının, Wotan’ın resmi unvanlarından biri olduğudur. Eğer mesele Wotan’la ilgiliyse, neden üç kişi var? Wotan bazen kendine “Björn” (küçük ayı) de der; bu da başka bir unvan olup, aynı zamanda diğer tanrı Donor’un da unvanıdır.
Ayı, çok kutsal bir hayvandır. Wotan, sık sık ülkeyi dolaşır, köylü evlerine girer, yemek ister; sorulduğunda “Benim adım Björn” der ve köylüler, tanrının gelip ziyaret ettiğini fark ederler. İsviçre’de ayı çok kutsaldır. Genellikle kötülük ruhlarından korunmak için ahır kapısına çivilenmiş ayı pençesi bulabilirsiniz. Bugün daha kolay temin edilen nal yerine, pençe tercih edilir; çünkü pençe, çatışmadaki güç ve kuvvetin özü olan bir temsil gücüne sahiptir. İsviçre’de ayı, daha güney ülkelerdeki aslanla eşdeğerdir. Ayrıca, ayı, İskandinav şamanlarının sihir gücünün teminatı olan en yaygın koruyucu ruhlardan biridir.
Hristiyanlık öncesi zamanlarda, adı söylenmese de, ayı “küçük büyükbaba”, “zeki baba”, “yaşlı adam”, “kutsal adam”, “kutsal kadın”, “bal yiyen” ya da “altın ayak” olarak anılırdı; altın ayaklı olduğu fikriyle. Bu tür adlandırmalar 17. ve 18. yüzyıla kadar Rusya ve Litvanya’da varlığını sürdürmüştür. Ayı, iki cinselliği temsil eden arketipsel bir sembol gibidir. Yunan’da, ana tanrıça Artemis’e; Almanya’da, bir kahramanın dişi takipçisi Fulgya’ya kutsal sayılmıştır. Ayrıca ayı pençeleri, kötü gözden korunmak için de kullanılmıştır. Eski Prusya’da, ölülerin mezarlarına ayı pençesi yerleştirilirdi; böylece onlar Öteki Diyar’a tırmanabilecek güçte olurlardı.
Bu ipuçlarına göre, İncil’de ayının kötülükle ya da Tanrı’nın yıkıcı yönüyle ilişkili olduğu söylenebilir. Sonrasında, bildiğiniz üzere, St. Niklaus, Tanrı’nın karanlık yüzüyle ilgili muazzam bir vizyon yaşamıştır.
St. Niklaus’u takip edecek görkemli ordu, Alman kahramanlarının Valhalla’ya gitme inancıyla uyumludur; yalnızca savaşta ölenlerin gittiği bir yer olarak kabul edilir. Yemek, içmek, kavga etmek ve tartışmak; kadınların olmadığı bir ortam, Öteki Diyar’da harika bir yaşam olarak düşünülürdü. Eğer St. Niklaus, zafer ordusunun bayrağıyla Valhalla’ya girerse, orada liderlerden biri olarak yer alırdı. Aslında bir zamanlar o, bayrak taşıyıcıydı.
Bütün bu unsurlar, onun Alman kökenli, pagan bir vizyona sahip olduğunu, ancak bunu Hristiyan yorumuyla değerlendirdiğini ima edebilir. Fakat bu kesinlikle doğru değildir; çünkü Wotan’ı andıran üç figür, çarmıhı St. Niklaus’a bırakmış ve ömrünün sonuna kadar onu taşımasını emretmiştir. Bu sembol açıkça Hristiyan’dır ve bilinen Mesih’in taklidi (imitatio Christi) fikrini yansıtır.
Gerçek Mesih motifi, çarmıhı taşımayı gerektirir; ona, Öteki Diyar’da ordu lideri olana kadar bunu yapması emredilmiştir. Psikolojik olarak çarmıh, insanın bilinçlenme acısını, ahlaki çatışmasını ve kendi düşüncelerinin belirsizliğini temsil eder. Çarmıh, kozmosun ve dört elementin sembolü olarak da yorumlanmıştır; Mesih, bu çarmıha kendi isteğiyle, karşıtlıkların arasındaki acıyı kabul ederek kurban olmuştur. Dolayısıyla, çarmıhı taşımak, kendi iç çatışmanızı kabul etmek demektir. Görünen o ki, çarmıhı taşıyarak o en yüce çatışmayı kabul etmek, sonrasında bayrağın ve ayı pençesinin süslenmesiyle sembolize edilen bir aşamaya ulaşılacaktır.
Hayvani Sembol ve Yeniden Entegrasyon
Benim açıkladığıma göre, ayı, ilahi hayvanı temsil eder. Tanrı, eski geleneksel biçimde hayvan formunda görünür; bu, tanrı-adam içindeki hayvan yönüne işaret eder. Bu dini deneyim, beden aracılığıyla, kişinin kendi hayvani doğası üzerinden yaşanır. Hristiyanlık öncesi pagan gizemlerinde, hayvani doğayla ekstaz yaşanırdı – dövüş, cinsel deneyim gibi tipik hayvani tecrübeler, İlahi ile bütünleşme olarak algılanırdı. Fakat Hristiyanlık döneminde, bu deneyim yaşanır, sonrasında sessizce kabul edilir hale gelmiştir.
Alman kabilelerinde, Akdeniz halklarından farklı olarak, yüceltilen unsur cinsel dürtü yerine dövüş içgüdüsü olmuştur; bu da İlahi’yi deneyimlemede köprü vazifesi görmüştür. İşte bu, “Berserk olmak” geleneğine girmiştir.
“Berserk” kelimesi, deri ya da post anlamına gelir; Berserk olmak, tanrının etkisi altına girmek demektir. Başlangıçta, bu özellik miras kalan bir yetenek olarak görülürdü. Bazı asil ailelerde, bu durum kişiliği iki katına çıkarırdı.
Büyük bir kahraman, salonda otururken, arkadaşı yardım çağırır; kahraman esner ve aniden savaş alanında dev bir ayı belirir, tüm düşmanı öldürür. Bu sırada, kahramanın bedeni, salonda veya ateşin yanında ölü gibi yatar; sonrasında olanları hatırlamaz. Berserk halindeyken, öfkesiyle büyük işler başaran kahraman, sonrasında ne olduğunu fark edemez. Bu durum, acı çekme şeklinde de yorumlanmıştır; bazı kronikçiler bunu “ele geçirilme” olarak, bazılarının ise özel kahraman niteliği olarak tanımlar.
Baskın duygusal etkiler, olağan dışı davranışlara yol açabilir. Şizofrenik ataklarda, bazı insanlar parmak ucunda yürüyebilir veya sanatoryum duvarlarına bir hayvan gibi tutunarak tırmanabilir; akıl almaz işler başarabilirler. Böyle aşırı duygusal patlamalar, kişiye İlahi ile ekstatik bir bütünlük deneyimi yaşatır; bu, ilahi bir nitelik taşır ve mistik birleşme hissi verir.
Birçok insan, bu güçlü duygusal deneyimlerden kurtulmak istemez; çünkü onlardan büyük sevinç alır, her ne kadar sonrasında yorgunluk ödemek zorunda kalsalar da. Analiz sürecinde, bir gün kişi duygusal durumuna mı sadık kalmak, yoksa daha “insani” bir hale gelmek arasında karar vermek zorunda kalır.
Wotan, bu ilahi duygunun tanrısıdır. “Wut” öfke demektir; bu nedenle o, bu ruh hâlini dönüştüren ve savaş alanında ölen kahramanların tanrısıdır.
Daha önce, St. Niklaus’un son derece şiddetli ve Berserk nitelikte bir yapıya sahip olması gerektiğini düşündük; şimdi bu unsur, onun Tanrı imgesinde kendini göstermektedir. Yani, o, hayvani doğasıyla yüzleşmemiş ve bu yönünü gerçekleştirme fırsatını kaçırmıştır.
Jung, bizim tam olarak Hristiyanlaştırılmadığımızı, doğamızın derin katmanlarının henüz dokunulmamış kaldığını söyler. Bu nedenle, St. Niklaus gibi bir adam, bu yönde çaba gösterdiğinde, kendi hayvani doğasıyla yüzleşir. Hristiyan öğretisine göre, bu durum her ne pahasına olursa olsun evcilleştirilmeli; bu, St. Niklaus’un bilinçli çabasıdır ve bu yüzden o, çarmıha gerilmeyi kabul etmiştir.
Peki, ayının bize verebileceği dini deneyim nedir?
Bu unsur, Hristiyanlık programından çıkarılmıştır; diğer dinlerde yaşamın özü olarak yer alırken, Hristiyanlık sosyal yıkıcılığı nedeniyle bunu dışlamıştır.
Modern insan, hayvani doğayla ne yapılacağı sorusuyla sürekli karşılaşır.
St. Niklaus, çarmıhı üzerine almış ve bunu öyle tam bir şekilde yapmıştır ki, bir gün diğer deneyimin ne olduğunu öğreneceği söylenir.
St. Niklaus’un vizyonunda, ilahi hayvanın dini deneyiminin farkındalığı, gelişimden önce sunulmaktadır; demek ki, ilahi hayvanda bir bütünlük tapınımı vardır.
Bu durum, ilkel toplumlarda çok sık görülür; örneğin, Akdeniz antik gizem kültlerinde.
Hristiyan Üçlemesi ile bu unsur, dini iç yaşantıdan reddedilmiş, çıkarılmıştır.
St. Niklaus’un vizyonuna göre, Hristiyan inancının sembolü çarmıhtır. Hristiyanlık bize, yalnızca bu dünyanın etkisine katlanıp kendimizin çarmıha gerilmesi gerektiğini öğretir; fakat eğer ben Berserk öfkesi içine girersem, bunu düzeltmek için Tanrı’dan yardım istemem gerekir.
Hristiyan öğretisine göre, işte bu, Hristiyan yaşamının lütfudur; bu, insanın bu dünyanın çaresiz acısını taşımasıdır ve etik bir erdem olarak görülür.
Eğer insanın içinde öyle bir ilkel doğallık varsa ki, bu dünya o kadar güçlü ve yıkıcı hale gelsin, Hristiyan çözümü yeterli olur. Ancak süreç çok ileri giderse, uzun bir uygulama geleneği oluşmuşsa ve belirli bir noktaya ulaşılmışsa, başka bir sorun ortaya çıkar: Böyle insanlar çok fazla Hristiyanlaşır, köklerinden kopar, incelir; yaşam zevki ve canlılık kaybolur, bastırılmış dünya yıkıcı hale gelir ve sonunda, pazar günü kiliseye giden ve pazartesi atom bombasını üreten soylu Hristiyan, büyük patlayıcı gölgeye sahip olur.
Böylesi bir patlama meydana geldiğinde, bu durum Hristiyanlığın getirdiği sonuçlardan biridir.
Bu nedenle, Doğa başka bir yol düşünüyor gibidir – bu dünyayı alıp bizi öne çıkarmak, Hristiyanlığın ancak medenileşme uğruna geçilmesi gereken bir süreç olduğunu iddia etmek.
İlkel ülkelerde yaşayanlar bunun değerini bilir; Hristiyan olmayan ülkelerde, başkalarının acılarına önem verilmediğinde, bu durumun karmakarışık olduğu söylenir.
Bu, Hristiyan özdenetim çabasının, en ilkel hayvani içgüdülerimizi insanileştirme aşamasının değerini gösterir.
Ancak St. Niklaus’un vizyonunda, orijinal dünyanın dönüşü vardır; bilinçdışı ona der ki: “Önce çarmıhı taşımalısın, fakat ölümden sonra ayı pençesini taşıyacaksın.”
Çözüm, ölümden sonraki hayata yansıtılır; bu yaşamda istenen şey bu dünyada gerçekleştirilemez; fakat umut vardır ki, burada başaramadığınız şey, sonraki yaşamda elde edilebilir.
Dolayısıyla, kahraman olup aynı anda Hristiyan tutumunu kazanmak imkânsız bir idealdir. Bu yüzden St. Niklaus yalnızca Hristiyan kaderini çekebilmiş; bu dünyanın etkisine katlanmış ve ölümden sonra belki başka bir yolla kurtuluş elde edeceğine umut etmiştir.
Bu adamın problemi imgesi, diğer 15. yüzyıl insanlarınınkine benzer; hayvani doğanın entegre edilebilmesi ve eski değerlerin kaybedilmeden iki zıt kutbun gerçek birleşimine dair arzu.
Komünizmde paganlığa dönüş görülür; orada köleler ve özgür yaşam vardır, eğer öfkedesiniz, sadece öldürürsünüz. Büyük sorun, geriye kayma tehlikesidir – bu, bir erdem değildir.
Bu vizyonda, bilinçdışı, hayvani doğanın, Hristiyan uygarlığının değerleriyle birleşmesi programını ortaya koyar.
Pre-Hristiyan durum ile Hristiyan sonrası arasındaki sınır son derece incedir. St. Niklaus’un zamanında, eski Wotan ve vahşi avcıları hâlâ ülke genelinde hayalet formunda bulunuyordu; dolayısıyla regresyon, ilerlemeye çok yakındı.
Klaus, çalılıkların arasında yarı çıplak dolaşırken, işlerin hangi yöne evrileceği belirsizdi.
Pagan dünya onu o kadar güçlü etkisi altına almıştı ki, Hristiyan yolunu sürdürmek neredeyse imkânsızdı.
Bu sorunla karşılaşıldığında, tek seçenek, şeyin nereye götürdüğünü keşfedene kadar kendini inzivaya almaktır.
Bir sınıf üyesinin belirttiği gibi, Wotan yalnızca dövüş ve öfke ekstazını değil, aynı zamanda ölümün ekstatik sevinç deneyimini de temsil eder.
Tüm Alman ırkı, “Savaş Mektupları” adlı kitaptaki gibi, ölmeden önce yaşadıkları deneyimleri ve hissettiklerini anlatan mektuplarda, ölüm arzusuna dair mistik bir özlem taşır.
Düşmana yönelik gerçek bir nefret veya Nazi idealine dair sağlam bir inanç yoktur; fakat ölüm arzusu ve bunun ekstatik dini deneyim olacağına dair bir projeksiyon vardır.
Bu durum, Almanları tehlikeli askerler yapan ve onlara büyük bir itici güç veren bir unsur olarak karşımıza çıkar.
Bu, Berserk öfkesiyle oldukça benzerdir; tersine agresiflik şeklinde ifade edilebilir.
Böylesi içsel inanca sahip olan insanlar, kendini yıkıma meyilli hale getirir.
Bu romantik ölüm deneyimi arzusu, puer eternus tipi ve anne problemiyle birlikte birçok ülkede görülür; erken ölen genç tanrı ve ölüm mistisizmine yönelik hafif eğilim vardır.
Alman ırkında, bu durum, agresivite problemiyle, erken ölen kahraman gençliğin Berserk öfkesiyle birleşir.
Tüm bu durumu yöneten arketipsel imge ise tanrı Wotan’dır.
Neden yalnızca ayı pençesi anılıyor, tüm ayı değil? Ve neden yalnızca Öteki Diyar’da süsleniyor, bu yaşamda sadece çarmıh taşıyor?
Ayı pençesi, doğasının gücünü açıkça simgeler; ayı ölür, yalnızca pençe kalır; dolayısıyla, ayı değil, ayı sembolü, ölümden sonra yaşanacak deneyimi ifade eder.
Bu, ayının kahramanca formunda entegre edilme arzusu anlamına gelir; yani, eğer bu dünya Hristiyan sonrası bir realizasyonda geri dönerse, o, somut düzeyde değil, psikolojik düzeyde entegre olur – aksi halde pagan davranışa regresyon söz konusu olur.
Klaus, pençeyi bir sembol olarak taşıyacak, kendisi ayıya dönüşmeyecektir.
Hayvan sembollü bayrak taşımak, Alman kabile rahiplerinin eski bir geleneğidir; tarlalarında bereketi teşvik etmek amacıyla bu tür semboller taşırlar.
Dolayısıyla, St. Niklaus’un, eski pagan tutumlarını andıran fakat aslında Hristiyan tutumunda ileriye dönük, yeni dini yaklaşımın bir temsilcisi olduğu söylenebilir.
Ayrıca, hayvan sembollü bayrakları taşıyan Alman kabile rahiplerinin uzun saçlı ve kadın kıyafetleri giydikleri bilinir; bu, İskandinav şamanını andırır.
St. Niklaus ise uzun bir gömlek giymiştir; kadın şamanı ise erkek kıyafetleri giyer; bu, bütünlüğün ilkel ifadesidir.
Tacitus’a göre, kulede yaşayan Bructerer’lerden bir kadın şaman sık sık başka ülkelerden vekiller alır ve onlara danışmanlık yapardı; tıpkı St. Niklaus’un insanlara verdiği danışmanlık gibi.
Bu nedenle, o, eski Alman rahip özelliklerini taşıyan, Hristiyan inzivaya dönüşen bir figür haline gelmektedir. Eskiden rahiplere duyulan hayranlık, onun kendi gelecekteki gelişiminin bir önsezisi olmalıydı.
Şimdi “Symbolik des Geistes” adlı eserden, paganlıktan Hristiyan probleme geçiş fikrini güçlendiren birkaç pasajı okuyacağım. Jung, Hristiyan çarmıh sembolünün, insanın ahlaki çatışmasını ve kendi içindeki karşıtlıklarını fark etmeye başladığı bir aşamayı temsil ettiğini söyler.
Pre-Hristiyan zamanlarda, insanlar gölgeye sahip olduklarını bilseler de, sağ el sol elin ne yaptığını tam olarak kavrayamazlardı; gölge etrafa saçılmış halde idi.
Bu durum, geç pagan antik çağın sosyal ortamını açıklar; durum katlanamaz hale gelmişti.
Hristiyanlıkta ise, insan ilk kez ahlaki çatışmanın ve toplumsal görevlerinin farkına varmıştır.
Üçlemede, Mesih, Oğul’un ilahi formuna aittir.
Baba, gölgenin ara sıra yaşandığı ve aynı zamanda bastırıldığı hali temsil eder.
Mesih’in çağı, ahlaki problemlerin bilincine varıldığı dönemdir.
(Pre-Hristiyan Aşaması – Baba Aşaması – Mesih Aşaması – Kutsal Ruh Aşaması)
(Tanrı ile bütünleşme durumuna tapınma; Hristiyanlık ve Çarmıh)
Burada hayvani unsur çıkarılmış, irrasyonelliğe teslimiyet yeniden sağlanmıştır.
Ayrıca, Hristiyan çarmıhının ötesinde, ego’nun iç bütünlüğe teslim olmasını sağlayan bir unsur da mevcuttur. Bu aşamada, insan bütünlüğünü temsil eden sembolik bir figür ortaya çıkar.
(St. Niklaus, Hristiyan inancını içinde özümsemiş ve hayvani doğayla bütünleşerek daha kapsayıcı bir varlığa ulaşmış bir örnek olarak görülebilir.)
İlahi hayvanın entegre edilmesi, çok büyük bir sorundur; çünkü ancak ekstaz yoluyla, kişiliğin ve doğanın bütünlüğünü tam anlamıyla deneyim edebilirsiniz.
Eğer bu deneyim reddedilirse, kişi yarım kalır.
Burada amaç, karanlık tarafın, ahlaki niteliklerden ödün vermeden entegre edilmesidir; bu, büyük bir ahlaki sorundur.
Berserk insan, ekstatik bir duygu yoluyla bütünlük içinde olan kişidir.
Bir sonraki vizyonda Mesih, Berserk figürü olarak görünür; karşıtlıkların en mükemmel bir birleşimini gerçekleştiren bir şekilde.
Mesih, ayı postu giymiş bir adam olarak ortaya çıkacaktır; böylece bilinçdışı nereye yöneldiğini görürsünüz.
~Marie‑Louise von Franz, Dreams and Visions of Niklaus van der Flue, s. 37–45
Carl Gustav Jung ve psikolojisini eğlendirerek öğreten ve dünyada tek olan bir roman serisi olduğunu biliyor muydunuz? Daha fazla öğrenmek için lütfen tıklayınız.

Comentarios