Mitin Çöküşü ve Kahramanın Çağrısı
- Nazlı
- 29 Mar
- 5 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 1 Nis

Mitin Çöküşü ve Kahramanın Çağrısı
Joseph Campbell’ın The Hero with a Thousand Faces (Bin Yüzlü Kahraman)
Bütün bunlar, çağdaş görüşten oldukça uzaktır; çünkü kendi kaderini tayin eden bireyden oluşan demokratik ideal, güçle çalışan makinenin icadı ve bilimsel araştırma yönteminin gelişimi, insan yaşamını öylesine dönüştürmüştür ki, uzun süredir miras alınan, zamansız simgeler evreni çökmüştür.
Nietzsche’nin Zarathustra’sının kader belirleyen, çağ ilan eden sözleriyle: “Tüm tanrılar öldü.”
Bu hikâyeyi herkes bilir; binlerce farklı şekilde anlatılmıştır.
Bu, modern çağın kahraman döngüsüdür, insanlığın olgunluğa erişmesinin mucizevi öyküsüdür.
Geçmişin büyüsü, geleneğin esareti, emin ve güçlü darbelerle parçalanmıştır.
Miti dokuyan rüya ağı dağılmış; zihin tamamen uyanık bilince açılmış; modern insan, eski cehaletten, bir kelebek gibi kozasından ya da sabah güneşi gibi ana gecenin rahminden doğarak çıkmıştır.
Sadece teleskop ve mikroskobun arayıcı bakışından tanrıların saklanacak bir yeri kalmamıştır değil; artık tanrıların bir zamanlar desteklediği türden bir toplum da kalmamıştır.
Toplumsal birim artık dinsel bir içerik taşıyan bir yapı değil, ekonomik-politik bir organizasyondur.
Onun idealleri, gökyüzünün biçimlerini yeryüzünde görünür kılan kutsal bir tiyatro olan törensel taklit oyununun idealleri değil; maddi üstünlük ve kaynaklar için sert ve durmaksızın süren bir rekabetin içinde olan seküler (dünyevi) devletin idealleridir.
Yalıtılmış toplumlar, mitolojik açıdan yüklü bir ufuk içinde rüya sınırlarında yaşayan topluluklar artık yalnızca sömürülmek üzere kalan alanlar olarak varlıklarını sürdürmektedir.
Ve ilerici toplumların kendi içlerinde bile, ritüel, ahlak ve sanat gibi insanlığın kadim mirasına dair her türlü kalıntı tam bir çöküş içindedir.
Dolayısıyla insanlığın bugünkü sorunu, büyük eşgüdümlü mitolojilerin hâkim olduğu görece istikrarlı dönemlerdeki insanların sorununun tam tersidir—o mitolojiler ki artık yalan olarak görülmektedir.
O zamanlar tüm anlam gruptaydı, büyük anonim biçimlerdeydi; kendini ifade eden bireyde hiçbir anlam yoktu.
Bugün ise grupta anlam yok—dünyada da yok: tüm anlam bireydedir.
Ama bu anlam, bireyin içinde tamamen bilinçsizdir.
İnsan, neye doğru ilerlediğini bilmez.
İnsan, ne tarafından itildiğini bilmez.
İnsanın bilinçli ve bilinçdışı bölgeleri arasındaki iletişim hatlarının tamamı kesilmiştir ve biz ikiye bölünmüş durumdayız.
Bugünün kahramanca eylemi, Galileo’nun yaşadığı yüzyıldaki gibi değildir artık.
O zaman karanlık olan yerde şimdi ışık var; ama aynı şekilde, bir zamanlar ışığın olduğu yerde şimdi karanlık vardır.
Modern kahramanın görevi, eşgüdümlü ruhun kayıp Atlantis’ini yeniden gün yüzüne çıkarmak için bir arayışa çıkmaktır.
Açıktır ki, bu çalışma modern devrimin başardığı şeylerden geri dönerek ya da onlardan uzaklaşarak yapılamaz; çünkü sorun, eğer başka bir şey değilse, modern dünyayı ruhsal olarak anlamlı hale getirme sorunudur—ya da aynı ilkeyi tersinden ifade edersek, mesele, kadın ve erkeklerin çağdaş yaşam koşulları içinde tam insan olgunluğuna erişmelerini mümkün kılmaktan başka bir şey değildir.
Gerçekten de, bu çağdaş koşulların ta kendisi, eski formülleri etkisiz, yanıltıcı ve hatta zararlı hale getirmiştir.
Bugünün topluluğu sınırlarla çevrili ulus değil, gezegendir; dolayısıyla eskiden iç grubu uyumlu hale getirmek için işe yarayan yansıtılmış saldırganlık kalıpları artık yalnızca bu grubu fraksiyonlara ayırabilir.
Ulus fikri ve onun totemi olan bayrak, günümüzde çocukça egonun bir yücelteni hâline gelmiştir; çocukça bir durumu aşan değil, onu sürdüren bir yapıdır.
Askeri geçit törenlerinde sergilenen bu parodi-ritüeller, benliğin çıkarlarının yok olduğu Tanrı’ya değil, zorba ejderha Tutucubağ’a (Holdfast) hizmet eder.
Ve bu karşı-kültün sayısız azizi—her yerdeki resimleri bayraklarla süslenmiş şekilde resmî ikonlar olarak sergilenen vatanseverler—tam da kahramanın aşmak zorunda olduğu yerel eşik bekçileridir (bizim iblis Yapışkan-Saçlı gibi).
Günümüzdeki anlamlarıyla büyük dünya dinleri de bu ihtiyaca karşılık veremez.
Zira bu dinler fraksiyonların nedenleriyle, propaganda araçları ve kendini kutlama vesileleriyle özdeşleşmiştir. (Son zamanlarda Budizm bile bu kaderi yaşamıştır.)
Seküler devletin evrensel zaferi, tüm dini organizasyonları öyle belirgin bir şekilde ikincil ve nihayetinde etkisiz bir konuma itmiştir ki, dinsel törensellik bugün neredeyse yalnızca Pazar sabahı yerine getirilen kutsal görünmeye çalışılan bir uygulamaya indirgenmişken, haftanın geri kalanında iş etiği ve vatanseverlik geçerlidir.
Böyle bir maymunsu-dindarlık, işleyen dünyanın ihtiyaç duyduğu şey değildir; bunun yerine, tüm toplumsal düzenin baştan sona bir dönüşüm geçirmesi gerekir. Öyle ki, seküler yaşamın her ayrıntısı ve eylemi aracılığıyla, aslında hepimizin içinde mevcut ve etkin olan evrensel tanrı-insanın canlandırıcı imgesi bir şekilde bilince taşınabilsin.
Ve bu, bilincin kendi başına başarabileceği bir iş değildir. Bilinç, ne etkili bir sembolü icat edebilir ne de onu öngörebilir; tıpkı bu gece göreceği rüyayı tahmin edemeyeceği ya da kontrol edemeyeceği gibi.
Tüm süreç başka bir düzlemde yürümektedir; bu, sadece modern dünyadaki her bir canlı ruhun derinliklerinde değil, aynı zamanda son zamanlarda tüm gezegeni dönüştüren o devasa savaş alanlarında da süren uzun ve son derece ürkütücü bir süreçtir.
Şu anda ruhun içinden geçmek zorunda olduğu Simplegadlar’ın (ezici kayalıklar) korkunç çatışmasını izlemekteyiz—ve ruh hiçbir tarafta kendini tanımlayamaz.
Ama bildiğimiz bir şey var: Yeni semboller görünür olmaya başladığında, dünyanın farklı yerlerinde birbirleriyle özdeş olmayacaklardır; çünkü yerel yaşamın koşulları, ırk ve gelenek gibi unsurlar etkili biçimlerde mutlaka birleşmelidir.
Bu nedenle, insanların farklı semboller aracılığıyla aynı kurtuluşun açığa vurulduğunu anlamaları ve görebilmeleri gereklidir. Vedalar’da şöyle yazar: “Gerçek birdir; bilge kişiler ona birçok ad verir.”
Tek bir şarkı, insan korosunun tüm renkli tonları boyunca bükülüp yankılanmaktadır. Bu yüzden, yerel çözümlerden birine ya da diğerine yönelik genel bir propaganda gereksizdir—hatta daha doğrusu, tehlikelidir.
İnsan olmanın yolu, Tanrı’nın çizgilerini insan yüzünün tüm o harika değişimlerinde tanımayı öğrenmektir.
İşte burada, modern kahramanın görevinin özel yöneliminin ne olması gerektiğine dair son ipucuna ulaşırız ve tüm kalıtsal dinsel formüllerimizin neden parçalandığını keşfederiz.
Yani gizem ve tehlike âleminin ağırlık merkezi kesinlikle yer değiştirmiştir.
Uzak insan binyıllarının ilkel avcı toplulukları için, yabancı olanın—aynı anda hem tehlike hem de yaşam kaynağı olan—birincil tezahürleri, kılıç dişli kaplan, mamut ve hayvanlar âleminin diğer varlıklarıydı. O dönemlerin büyük insan sorunu, bu varlıklarla birlikte yabanı paylaşma görevine psikolojik olarak bağlanabilmekti.
Bilinçdışı bir özdeşleşme meydana geldi ve bu özdeşleşme sonunda, mitolojik totem-ataların yarı insan, yarı hayvan figürlerinde bilinçli hâle getirildi. Hayvanlar, insanlığın eğitmenleri oldular. Günümüzde sadece çocuk oyun alanlarında (ya da akıl hastanelerinde) görülen türden doğrudan taklit edimlerinin aracılığıyla, insan egosunun etkili bir biçimde ortadan kaldırılması sağlandı ve toplum, bir bütünlük içinde örgütlendi.
Benzer biçimde, geçimlerini bitki temelli besinlerle sağlayan kabileler, kendilerini bitkiye bağladılar; ekim ve hasat gibi yaşam ritüelleri, insan üremesi, doğumu ve olgunluğa erişmesiyle özdeş hâle getirildi.
Ancak hayvanlar ve bitkiler alemi, sonunda toplumsal denetim altına alındı. Böylece hayret verici eğitimin büyük sahnesi gökyüzüne kaydı—ve insanlık, kutsal ay kralı, kutsal güneş kralı, hiyeratik gezegen devleti ve dünyayı düzenleyen kürelerin sembolik bayramlarından oluşan büyük bir kutsal gösteri sergiledi.
Bugün bu gizemlerin hepsi etkisini yitirmiştir; bu semboller artık psişemizi cezbetmez. Tüm varoluşun hizmet ettiği ve insanın da ona boyun eğmesi gereken kozmik bir yasa fikri, çoktan eski astrolojinin temsil ettiği gizemli aşamalardan geçerek, artık yalnızca mekanik terimlerle ve olağan bir olgu olarak kabul edilmektedir.
Batı bilimlerinin göklerden yeryüzüne inişi (17. yüzyıl astronomisinden 19. yüzyıl biyolojisine) ve nihayetinde bugün insana yönelmiş olmaları (20. yüzyılda antropoloji ve psikolojiyle), insan hayretinin odak noktasındaki olağanüstü bir aktarımın izini işaret eder.
Artık hayvanlar alemi değil, bitkiler alemi değil, göksel kürelerin mucizesi değil, fakat bizzat insan en temel gizemdir.
İnsan, egoizmin güçlerinin yüzleşmesi gereken yabancı varlıktır; ego’nun çarmıha gerilmesi ve yeniden dirilmesi bu varlık aracılığıyla gerçekleşir ve toplum da onun suretine göre yeniden biçimlendirilmelidir.
Ancak burada anlaşılan insan, “ben” olarak değil, “sen” olarak anlaşılmalıdır: çünkü hiçbir kabilenin, ırkın, kıtanın, toplumsal sınıfın ya da yüzyılın idealleri ve geçici kurumları, hepimizin içindeki yaşam olan tükenmez ve çok yönlü mucizevi ilahi varoluşun ölçüsü olamaz.
Modern kahraman—bu çağdaş birey—çağrıyı duyma cesareti gösterip, kendisiyle bağ kurmamızın yazgımız olduğu o varlığın konutuna doğru yola çıkan kişi, topluluğunun kibir, korku, akılcılaştırılmış açgözlülük ve kutsanmış yanlış anlamalar kabuğunu atmasını bekleyemez, beklememelidir.
Nietzsche şöyle der: “Gün gelmiş gibi yaşa.”
Yaratıcı kahramanı yönlendirecek ve kurtaracak olan toplum değil, tam tersidir.
Ve böylece hepimiz, en yüce sınavı paylaşırız—kurtarıcının çarmıhını taşırız—kabilemizin büyük zaferlerinin parlak anlarında değil, kişisel umutsuzluğumuzun sessizliklerinde.
~Joseph Campbell, The Hero with a Thousand Faces, Sayfa 358–362
Carl Gustav Jung ve psikolojisini eğlendirerek öğreten ve dünyada tek olan bir roman serisi olduğunu biliyor muydunuz? Daha fazla öğrenmek için lütfen tıklayınız.

Comments