Freud’un Perspektifinden Rüya Yorumu
- Nazlı
- 24 Şub
- 6 dakikada okunur

Modern Psikoloji: C. G. Jung’un ETH Zürich’deki Dersleri, 1933-1941
Ders II
2 Kasım 1934
Geçen sefer, rüya yorumunun üç ana farklı kavramını konuşmuştuk.
Bu konuda size üç kitap tavsiye ediyorum:
I) Die Psychoanalyse – W. M. Kranefeldt tarafından.
Bu kitap esas olarak felsefi bir bakış açısıyla yazılmıştır.
II) Organismus der Seele – G. R. Heyer tarafından.
Bu kitap daha çok tıbbi bir bakış açısından kaleme alınmıştır.
III) Entdeckung der Seele – G. H. Adler tarafından.
Bu oldukça yeni bir kitap olup son derece açık ve pratiktir.
Freud’un, rüyaları, halüsinatif biçimde gizlenmiş arzu tatminleri olarak kavradığını gördük.
O, rüyanın iki içeriğinden bahseder:
I) Açık içerik.
Bu, rüyanın metni, cephenin kendisi, basit dış hikayedir.
II) Gizli içerik.
Bu da bir hikayedir; fakat sansürlenmiştir, yani Freud’un sansürcü dediği faktör tarafından dikkatle gizlenmiştir; bu nedenle, içerdiği düşünce doğrudan anlaşılamaz.
Açık içeriği gizli içeriğe çevirmek ancak dikkatli bir çalışma ve inceleme yoluyla mümkündür, çünkü gizli arzular hem ahlaki hem de estetik açıdan sansürlenmiştir.
Freud, sansürcünün yalnızca ahlaki açıdan aktif olmadığını, aynı zamanda uykumuzu koruyucu bir rol oynadığını, uykumuzu rahatsız edebilecek içeriklerin yaklaşmasına izin vermediğini ve bunları tanınamaz alegoriler halinde bize sunarak koruduğunu ileri sürer.
Gerçekten de, uykumuzu bozmamak için özel olarak tasarlanmış rüyalarımız vardır:
Örneğin, belirli bir saatte kapı çalınacağı ya da alarmın çalacağı bilindiğinde, bu sesi rüyaya dahil ederiz ki rahatsız olmayalım; hatta rüyada kalkıp giyindiğimizi bile görebiliriz; sonra iş bitmiş olur ve uyumaya devam edebiliriz.
Bu gerçekler, Freud’un teorisini kısmen haklı çıkarır.
Freud, rüyanın gizli içeriğinin diline ulaşmak için bir dizi yöntem geliştirmiştir:
I) Kısaltılmış Çeviri:
Kelimelere veya işaretlere kısaltılmış olarak yansıyan şeyler.
Örneğin, gündüz boyunca bir konuda önemli bir çatışma içindesiniz.
O gece, bu çatışma tek bir kelimeye – “savaş”a kısaltılarak rüyanızda belirir.
Eğer çatışmayı rüyada görseydiniz, uykunuz rahatsız olurdu, fakat uyurken, o rüyada görülen “savaşın” gerçek bir savaş olmadığını, yoksa gazetelerde yer alacağını bilirsiniz; böylece sakin bir şekilde uyumaya devam edersiniz.
Somut bir örnek vermek gerekirse:
Bir hasta bana, Mr. X’i rüyasında gördüğünü anlatır.
Nedeni hakkında hiçbir fikri olmadığını, onu neredeyse tanımadığını söyler; fakat diğer gün onun hakkında bir şeyler duyduğunu, sonra unuttuğunu belirtir.
Beklerim, çünkü beklemek her zaman mümkündür; bir dakika sonra, “Evet, hatırlıyorum, karısının ondan kaçtığını duymuştum” diye ekler.
Bu hasta, eşiyle oldukça gergin ilişkilere sahiptir; ne yazık ki henüz karısı kaçmamıştır, ama rüya, karmaşık durumu özlü bir biçimde özetler: “Mr. X şanslı bir adam.”
II) Yer Değiştirme (Displacement):
Duyguyu, ilgisiz bir figüre aktarmak.
Örneğin, hastam aslında eşini rüyasında görmelidir; fakat rüyasında Mr. X’i görür.
Böylece, rüya duygudan bağımsız bir şekilde konuşabilir, çünkü hastam neden Mr. X ve eşi arasındaki durumdan etkilensin?
O, hiçbir duygu hissetmez, böylece konuyla ilgili huzur içinde kalır.
Crab-lizard canavar rüyasında ise, Freud, köylü kadının, hastanın annesinin yerini alarak, uykusunu rahatsız etmeyecek bir formda göründüğünü söyler.
III) Görselleştirme:
Durumu bir resim olarak görmek.
Atasözleri ve deyimleri rüyada görüldüğünde bizi rahatsız edebilir, çünkü tüm atasözleri, topluca ifade edilen, büyük miktarda duygu barındıran durumları içerir.
Eğer “Çorbayı içine düştü” rüyasını görürsek, hemen alarma geçer ve bunun sonucunda bir sorun olduğunu düşünürüz; fakat gerçekten, gerçek bir çukura düşmek rüyasında göründüğünde, o somut durumla benzerlik göstermez ve bu yüzden duygu uyandırmaz.
Artık kullandığımız kelimeleri görselleştirmiyoruz ve gerçek anlamlarını çarpıtıyoruz.
Örneğin, Almanca “Behandlung” (tedavi – muamelesi) kelimesini kullanan biri, kim, elleriyle dokunarak gerçek muamelenin ne olduğunu düşünür?
Eğer bu kelimeyi bir rüya görür gibi görselleştirirsek, oldukça tuhaf bir resim ortaya çıkar.
IV) Karşıt Yoluyla İfade:
Bu mekanizma, rüyalarda çok önemli bir rol oynar.
“Les extremes se touchent” (Uçlar birbirine dokunur), demiştik; biz, farkında olmadan sürekli zıtlıklar içinde dolanırız.
Örneğin, “Sacrecamr” dediğimizde kutsal demek isteriz, fakat “Sacre nom de chien” dediğimizde tam tersini ifade eder.
İlkel dillerde, siyah ve beyaz için aynı kelime kullanılır; hangi anlamın kastedildiğini ses tonu veya bağlam belirler.
Aynı fikir, İsviçre lehçesindeki “g’spassig” kelimesinde de geçer.
Bu kelime, hem espri anlayışını ifade eder, hem de, tamamen farklı, uğursuz, ürkütücü ya da beklenmedik bir şeyi ifade eder.
Böyle bir kelimeyi, tehlikeli bir şeyi tehlikeli adlandırmaktan korktuğumuz için kullanırız; adıyla çağırırsak belki de o gelir!
Konuşurken sürekli “tahta dokunuruz”, bu kişisel batıl inançlardan dolayı değil, dilin içine yerleştiği için, ondan kaçınılmazdır.
Aşağı Almanca’da “iyi” kelimesi “bat” şeklinde olup, neredeyse İngilizce “bad” ile aynıdır.
(Burada, farklı dillerde zıt anlamlar taşıyan kelimelerden birkaç örnek verilmiştir.)
Kelimenin anlamı ve duyulumu zamanla değişir.
Joan of Arc zamanında Fransız “pucelle” kelimesi, Meryem Ana anlamında “virgin” (bakire) demekti.
Biraz sonra, oda hizmetçisi anlamına gelir, hâlâ saygıdeğer fakat oldukça mütevazı; Latin pulex, yani pireden türemiştir: pucelle, asil hanımefendinin “piresi” olurdu.
150 yıl önce Voltaire zamanında, sadece “houri” anlamına gelirdi.
Şimdi ise kelimenin anlamı tekrar yükselmiş ve tekrar Joan of Arc zamanındaki gibi bakire anlamına gelmektedir.
Yani, bir kelime çöker, sonra tekrar yükselir; bu, karşıtlıkların oyunu gibidir.
İspanyol dili, lanetlerle doludur; İspanyollar, söylediklerinin ne olduğunu düşünürlerse, neredeyse konuşamazlardı; İsviçre lehçesinde de bu geçerlidir, fakat otomatik olarak kullanılır.
Örneğin “chaib” kelimesi, bir aygırın cesedini ifade eder; fakat söylemekte olduğunuz şeyi vurgulamak için kullanılır.
Eğer, güzel bir manzara önünde çürüyen bir aygır rüyası görseydiniz, rüyanın yorumu zor olurdu; ama İsviçreliler için, bu sadece çok güzel bir manzara anlamına gelirdi!
V) Korku:
Freud, genel olarak rüyalarda, uyumayla uyumsuz bir arzudan kendimizi savunma amaçlı ayrıştırdığımızı iddia eder.
“Her şeyi fazlasıyla arzuluyorum” ve sonra doğal olarak ondan korkarım.
Kaçınılmaz şeylerden, yapmak zorunda olduğumuz şeylerden daha da çok korkarız.
Freud, bu nedenle, rüyayı, bilinçdışında depolanan, bastırılmış ve uyandırılması engellenen uyumsuz arzuların ifadesi olarak görür.
Biz şimdi, Freud’un yöntemini somut rüyalara uygulayışını ele alacağız.
Belki de, rüyaların kavranış biçimleri arasındaki fark üzerine gereksiz detaylarla uğraştığımı düşünebilirsiniz.
Ancak bu, rüyaya yaklaşımımızı, benim benimsediğim kavramı ve bu kavrama göre hareket edişimizi son derece önemli kılar.
Hatırlayın, rüya görenin ilk iki basit rüyasını; onlarda gizlenmiş arzu ne olabilir?
Kendisi açıkça, eski okul arkadaşlarıyla kendi köyüne döndüğü rüyada, “Ah ne kutsal, ah kutsal, eğer hâlâ bir çocuk olsaydım!” diye dile getirmiştir.
Rüya gören, köyde bir okul çocuğu olmayı arzulamaktadır.
Rüyanın açık içeriğinde hiçbir rahatsız edici unsur yoktur.
İkinci rüyada, tren kazası, vahşi telaş, heyecan ve zorunluluk betimlenir.
Freud’un cinsel motive üzerinden yorum yaptığı bilinmektedir; bu nedenle bu temayı burada güvenle kullanabiliriz.
Rüyanın ilk görüntüsü oldukça zararsızdır, sadece istasyona gitmektir; fakat sansürcü, kalkanını biraz gevşetir ve felaket meydana gelir.
Arzu, raylardan çıkıp evlilik dışı bir macera yaşamak istemektir; rüya, felaketi—ama aynı zamanda bir arzu tatminini—temsil eder; ki bu, rüya görenin bilincinde hiçbir şekilde yer alamaz.
Yani, Freud’un bakış açısından iki rüyanın anlamı şudur:
Çocuk olmak isteği,
Evlilik dışı bir macera arzusudur.
Sonrasında, özel rüyamız olan yengeç-kertenkele canavarını ele alıyoruz.
Rüya çok basit ve zararsız bir şekilde başlar; bu zaten şüpheli bir durumdur; sansürcünün son derece başarılı olduğunu gösterir.
Bunun arkasında, annenin varlığını tahmin edebilir ve bir çatışmayı, Freud’un özel ilgisi olan Ödipus kompleksini sezebiliriz.
Rüyanın ikinci görüntüsü, Leipzig’e yapılacak bir yolculuğu gösterir; hasta, annesine övünür, annesinin “O, iyi bir adama benziyor” diye düşünmesini umar.
Bu etki, çocukluk rüyasında zaten görünmüştü, fakat şimdi çok daha yoğunlaşmıştır.
Planlanmış, bilinçaltına çıkarılması asla kabul edilemeyecek kadar kötü bir şey olduğu anlaşılmaktadır.
Hasta, annesini arzulamakta, anne ile ensest yapmak istemekte, bu oldukça utanç vericidir; bu yüzden bunu gizlemek çok daha iyidir.
Detaylar, eğer zihnimizde canlandırırsak, gerçekten çok rahatsız edicidir; bu üzücüdür, ama Freud’un fikrini anlamak için onlarla yüzleşmek zorundayız.
“Yürüyerek gitmek” garip bir detaydır.
Böyle detaylar asla göz ardı edilmemelidir.
Ayak, fallik (erkeksi organ) bir anlam taşır; o kadar masum görünse de, yine Ödipus arka düşüncesi ortaya çıkar—Freud, ilkel insanı her zaman yozlaşmış bir şehvet içinde yaşayan, ensest yapmayı planlayan biri olarak kavrar.
Bu asla doğru değildir; ilkel insan cinselliği heyecan verici bulmaz, çünkü cinsellik elde edilmesi çok kolaydır; kadınlar bol ve cinsellik onun için en basit ve doğal şeydir; yiyecek kaynakları daha tehlikelidir ve bu nedenle çok daha heyecan vericidir.
Cinselliğin engellendiği durumlarda, bu fanteziler ve bastırılmış arzular kesinlikle var olur.
Ne kadar engellense, o kadar heyecan verici hale gelir.
Bir sohbet tehlikeli bir zemine yaklaştığında, biri konuyu değiştirir ve “Apropos” der; rüya artık tehlikeye girer, “apropos haydutlar” der.
Arka düşünce çok barizleşmek üzereyken, sansürcü devreye girer ve her şey baştan başlar—fakat bu durumda, fikir gerçekten bilince çıkmak için can atar, tepeyi aşarak yengeç-kertenkele canavarı biçiminde ortaya çıkar.
Bu yine Ödipus kompleksidir; annenin, en korkunç biçimde ortaya çıkan formudur.
Rüya gören, yengeç-kertenkeleye karşı bir karınca gibi hisseder ve çocukluk durumu yeniden gerçekleşir; küçük bir çocuk, devasa canavar bir anne ile karşı karşıyadır.
Bu, annenin, olağanüstü büyük göründüğü çocukluk anısının yeniden canlanmasıdır.
Hepimiz, geçmişe gidip, hatırladığımız şeyin ne kadar büyük olduğunu düşündüğümüzde, aslında oldukça küçük ve sıradan olduğunu fark ederiz.
Normal bir bireyin, ebeveynlerinin 20 ya da 30 yıl sonra sıradan ölümlüler olduğunu, Napolyon, aziz ya da şeytan olmadığını öğrenmesi gerekir; bazı insanlar bunu asla öğrenmez, ama bu imgeler hayatları boyunca onlarla birlikte gider.
—Carl Jung, ETH Ders II, 2 Kasım 1934, s. 143-146
Carl Gustav Jung ve psikolojisini eğlendirerek öğreten ve dünyada tek olan bir roman serisi olduğunu biliyor muydunuz? Daha fazla öğrenmek için lütfen tıklayınız.

Comentarios