Emma Jung – Meister Eckhart’ın Bir Geçişi Üzerine Düşünceler (1922)
- Nazlı
- 20 Mar
- 3 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 22 Mar

Emma Jung – Meister Eckhart’ın Bir Geçişi Üzerine Düşünceler (1922)
Meister Eckhart’ın “Öğreti Konuşmaları” (Talks of Instruction) olarak adlandırılan metinlerinden birinde şu bölümü okudum:
“Bilin ki, saf irade Tanrı’yı kaybedemez.
Bir kişinin ruh hali bazen Tanrı’yı özleyebilir ve sık sık O’nun uzaklaştığına inanabilir.
Peki, o zaman ne yapmalısınız?
En büyük teselliyi yaşadığınızda ne yapıyorsanız, aynısını yapmalısınız; acı çektiğinizde de aynı şekilde davranmalısınız.
Tanrı’yı bulmanın en iyi yolu, O’nu bırakmaktır.”
Tanrı’yı bulmanın en iyi yolu “Tanrı’yı bırakmak” mı?
Bu ne anlama geliyor? Böyle bir şey nasıl olabilir?
Oysa Tanrı’yı kaybettiğimizi hissetmek, bizi en çok O’nu aramaya sevk eden şey değil midir?
Bu öğüt kulağa ne kadar uzak ve anlaşılmaz geliyor.
Tanrı tarafından terk edilmiş hissettiğimiz ya da O’nu kaybettiğimizi düşündüğümüz an korkunç bir durumdur.
Derin bir gece bizi sarar—hayat ve daha önce bizim için anlam ve değer taşıyan her şey, bir anda fakirleşir ve anlamsız hale gelir.
Tüm gücümüz tükenir—yalnızca zayıflıktan ve boşluktan ibaret oluruz; hiçbir teselli olmadan.
Ve sadece bu da değil: korku da vardır.
Çünkü bu zayıflık ve çaresizlik içinde, karanlık güçlere tamamen açık hale gelmez miyiz?
Bütün şeytanlar ve iblisler, tam da bu anı beklememişler miydi?
İçimizdeki boşluğa doluşup, bizi oyun alanlarına çevirmek için mi hazırlandılar?
Böylesine bir ruhsal sıkıntı içinde, kaybettiğimiz şeyi her ne pahasına olursa olsun bulmak istememiz doğaldır.
Tanrı'yı aramak için yola çıkarız, çünkü O'nu en derinlerde ve en yüksekte, sisli geçmişte, uzak gelecekte, aklımıza gelebilecek tüm yollarda ve her şekilde arzuluyoruz.
Gözyaşı ve dua ile, pişmanlık ve kefaretle, iyi niyetlerle ve her türlü çabayla O'nu görünmeye zorlamak isteriz.
Ve her şeyi denemek gerekmez mi?
Bu korkumuz fazlasıyla haklı değil mi?
Böyle zamanlarda her şey tehlikede değil mi?
Ve sonra bize bunu umursamamamız söyleniyor.
Bana “en büyük teselliyi yaşıyor gibi davranmam” gerektiği anlatılıyor—oysa bu bana en az anlayabileceğim, en az umut vaat eden ve en zor gelen şey.
Ve neden Tanrı’yı bırakmalıyım?
Neden O’nu aramamalıyım?
Burada yalnızca tek bir cevap buluyorum:
Ben aslında Tanrı’nın ne olduğunu bilmiyorum.
Birden fark ediyorum ki ben Tanrı’yı hiç tanımıyorum.
Öyleyse O’nu nasıl arayabilirim?
Nasıl bulabilirim?
Yoksa mesele gerçekten böyle mi?
Eğer hislerim bana Tanrı’nın uzak olduğunu söylüyorsa, bu gerçekten böyle mi?
Hislerim Tanrı’nın ne olduğunu ya da nerede olduğunu bilebilir mi?
Hislerimin bana bu konuda hiçbir kesinlik veremeyeceği, hatta beni yanlış yönlendirebileceği düşüncesi beni sarsıyor.
Peki, neye güvenmeliyim?
Tanrı hakkında düşündüklerimin yalnızca benim ya da başkalarının düşünceleri olduğunu zaten gördüm.
Tanrı olarak hissettiğim şeyin şeytan olduğunu öğrenmek zorunda kaldım.
Bana sunulan imgelerin, Tanrı’yı bildiğimizi sandığımız binlerce imgeden sadece biri olduğunu gördüm.
Ve şimdi, bana en büyük kesinliği sağlıyor gibi görünen hislerim de beni yüzüstü mü bırakacak?
Bütün bildiğim şeyleri yönlendiren pusulam artık sorgulanmak zorunda.
Geriye kalan tek kesinlik, Tanrı’yı bilemeyeceğim gerçeği.
Evet, çünkü duyularım ve aklım, yalnızca bu dünya için yaratıldığından, başka bir dünyada bana hiçbir fayda sağlayamaz.
Bu nedenle, belki de Tanrı’yı bulmaya dair hiçbir öğüt, O’nu bırakmaktan daha iyi olamaz.
Çünkü O’nu aramak istediğimde, ya kendi zihnimde yarattığım bir Tanrı’yı ya da ona dair hislerimi ararım.
Ama bütün bunlar Tanrı değildir.
Bunların hepsi, özünde, yalnızca benim yansımamdır.
Ve bundan eminim: Tanrı kesinlikle ben değilim.
Her zaman ve her yerde, insanın tanrılarıyla olan ilişkisinde en kutsal olan şey bilinmeyen değil miydi?
İnsanlar, tanrılarına belirli ve net bir biçim verdikçe, onların tanrısallıkları azalmadı mı?
Bize kalan tek şey güçlerdi, ama Tanrısallık neredeydi?
Hristiyan Tanrısı’nın gücü de giderek azalıyor ve zamanımızın asıl sıkıntısı ‘Tanrı’yı kaybetmiş’ olmamız.
Bilgi, inancı öldürdü; çünkü inanç yalnızca bilginin olmadığı yerde yaşar.
Ancak Tanrı bilgiyle asla ulaşılamaz; O’nun özü bir gizemdir.
Ama eğer bundan eminsem, o zaman Tanrı’yı aramaktan vazgeçerim; O’nu ‘bırakırım’.
Ve birdenbire asıl meselenin benim Tanrı’yı bulmam değil, Tanrı tarafından bulunmam olduğunu görürüm.
Ve ancak yerimde durduğumda, kendi yerimde olduğumda bulunabilirim.
Bu yüzden Meister Eckhart şunları söyler:
“En büyük teselliyi yaşıyormuş gibi davranın.”
“Dertler içinde olduğunuzda bile aynı kalmayı öğrenin.”
Ve bunun nedeni, sabırla acı çekerek kendimize cennette bir yer açmak ya da reenkarnasyondan daha hızlı kurtulmak değildir.
Aksine, şu an, burada—belki de tam da bu tuhaf, korkutucu şey Tanrı’dır.
Ve çünkü Tanrı’nın beni şu an ve burada aradığına eminim, o halde ben de tam olarak kendi yerimde olmalıyım.
Bizim yerimiz dünya.
Burada yaşıyoruz ve Tanrı da bizi burada bulmalıdır.
Ve bugün, bu saat, bu dakika hazır olmalıyız.
Hristiyanlık, ağırlığımızı bu dünyadan alıp sonsuzluğa kaydırarak bize bir sonraki dünyanın yolunu gösterdi.
Ancak bunu yaparak ne Tanrı’yı bulduk ne de kendimizi.
Şu anda bizi asıl zorlayan şey, kendimiz olmaktır—şimdi ve burada, olduğumuz gibi.
Ve yalnızca kendimizi değil, diğerlerini de şimdi ve burada oldukları gibi kabul etmektir.
Şimdi görüyorum ki Tanrı’nın ne olduğunu veya nerede olduğunu bilmiyorum.
Korkutucu bir hiçliğe, karanlığa düşmüş haldeyim.
Ve elimde kalan tek şey bana verilmiş olan şeylere tutunmaktır:
En Yakın “Burada”
En Kısa “Şimdi”
En Sağlam “Dünya”
Ve ancak tam anlamıyla insan olduğumda, Tanrı tam anlamıyla Tanrı olabilir.
Ve işte bu yüzden, Tanrı’yı bulmanın en iyi yolu O’nu bırakmaktır.
— Emma Jung, Dedicated to the Soul, Sayfa 156-159
Comments