E.A. Bennet - Jung'un Gerçekte Ne Söylediği: Anima
- Nazlı
- 31 Mar
- 8 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 1 Nis

Anima
Erkek ve kadın psikolojileri arasında birçok benzerlik vardır ve ego, persona ve bir ölçüde gölgeyle ilgili söylenen her şey her iki cinsiyet için de geçerlidir.
Psikoloji ders kitaplarında, erkek ve kadın psikolojilerinin her bakımdan neredeyse aynı olduğu varsayılır—bu yanlış bir varsayımdır.
Erkeklerin ve kadınların bilinçdışını rüya analizi, aktif imgelem ya da başka yöntemlerle incelemeye başladığımızda, eril ve dişil psikolojiler arasındaki farklılıklar belirginleşir.
Jung’un normal psikolojiye, dolayısıyla da anormal psikolojiye yaptığı en değerli katkılardan biri, erkek ve kadınların bilinçdışı yapılarındaki ayırt edici özellikleri tanımasıdır.
Her erkeğin bilinçdışında, rüyalarda bir kadın figürü ya da imgesiyle kişileştirilen bir dişil öğe bulunur ve Jung buna “anima” adını vermiştir—Latince “ruh” ya da “hayat nefesi” anlamına gelir, yani canlandıran şey.
Kadındaki karşılığı ise “animus”tur ve genellikle bir erkekle ya da bazen birden fazla erkekle kişileştirilir.
Anima kavramını ele almak açısından önce onu incelemek uygun olacaktır.
Rüyalarda ortaya çıkışı, elbette gerçek bir kadın değildir; hatta sabit özelliklere sahip tek bir imge bile değildir.
Anima imgeleri değişkendir ve bilinçdışı oldukları için, bir kadına ya da bazen ardışık olarak veya aynı anda birkaç kadına yansıtılmaları olasıdır.
Erkeklik gelişimiyle birlikte, çocuk ve ardından genç erkek, kendisinde kadınsı olarak gördüğü nitelikleri bastırmaya çalışabilir.
Bebekliğinde ve çocukluğunda annesi onun doğal yoldaşıydı, bu nedenle kendi içindeki dişil unsuru annesine yansıttı.
Genellikle zamanla anne onun için daha az önemli hale gelir, ancak etkisi tüm kadınların prototipi olarak sürer; o, erkeğin tanıdığı ilk kadındır ve erkek bunun farkında olsun ya da olmasın, önemli olmaya devam eder.
Bu durum, onun anima özelliklerinin kökeninin bir parçasıdır.
Burada gelişimin normal seyrinden söz ediyoruz.
Ancak bazen genç bir erkek annesinden kendini özgürleştiremez çünkü bir anne kompleksi geliştirmiştir, yani annesi onun için aşırı derecede önemli hale gelmiştir.
Bu durum, özellikle annenin aşırı sevgi gösteren, duygusal bir yapıda olduğu ve babanın biraz mesafeli kaldığı durumlarda ortaya çıkabilir.
Üstelik, anne babayı ikincil bir figür olarak görebilir, onu yalnızca ilgilenilmesi gereken biri, belki de mobilyalardan biraz daha önemli biri olarak değerlendirebilir.
Anne bu durumda oğluna sıkıca bağlanır—çoğunlukla ailenin en küçük çocuğuna—ve zamanı geldiğinde onu evlenip bağımsız olmaya teşvik eder.
Ancak erkek bunu başaramaz çünkü artık kendi karşıt cinsiyetiyle (hetero niteliğiyle) ilgili düşünceleri annesiyle özdeşleşmiştir.
Anne kompleksi iki yönlüdür: Mükemmel anne olan kadın aynı zamanda kendi yaşamı olmadığından çocuklarının yaşamını emen biridir. Bu esnada oğul, annesinden asla ayrılmaması gerektiğini savunmak için her türlü iyi ve asil nedeni öne sürer.
Jung, çocuğu (ya da çocukları) etkileyen etkilerin yalnızca kısmen annenin kendisinden kaynaklandığını belirtir.
Buna ek olarak, çocuğun anneye yaptığı yansıtmalardan da söz eder ve bu yansıtmalarda, annenin şahsi özelliklerinden daha büyük bir otorite atfedilerek, kişisel olandan öte bir anlam taşındığını söyler.
Anima’nın kaynağı olarak annenin etkisine ek olarak, kalıtsal bir imge de vardır; yani, geçmişteki erkeklerin kadınla olan deneyimlerinden türetilmiş, erkeğin kişiliğinin bir parçası olan ırksal/kolektif kadın imgeleri.
Bu kalıtsal kadın imgesi, erkeğin bilinçdışındaki anima imgesinin daima bir parçasını oluşturur.
Erkek dünyaya kadına uyum sağlayacak biçimde gelir ve annesiyle doğrudan yaşadığı deneyim, bu kalıtsal niteliğin üzerine inşa edilerek bu imgeyi genişletir.
Daha sonra çocuk, kızlarla karşılaşma deneyimi edinir; ailesinden ve arkadaşlarından onlar hakkında konuşmalar duyar; sosyal çevresinde kızlara verilen rolü gözlemler—ki bu rol, yaşanılan yere ya da ülkeye göre farklılık gösterebilir.
Bir erkeğin zihninde kadınla ilgili bir imge taşıması günlük yaşamda sıkça gözlemlenen bir şeydir ve bu imgenin yokluğu anormal kabul edilir.
Bebekler—kız ya da erkek fark etmeksizin—genellikle benzer şekilde yetiştirilir.
Ancak iki ya da üç yaşından sonra erkek çocuk “küçük bir adam” olmalıdır, saçı kesilir ve kadınsı giysilerinden ayrılır.
Belli koşullarda bu geçiş erkek çocuk için zor olabilir ya da tam tersi, erkek rolünü fazlasıyla benimseyip her türlü kadınsılığı tabu haline getirebilir.
Ne var ki, doğasını tamamen değiştiremez.
İçinde bir kadınsı taraf kalır ve eğer bu taraf, erkeklik lehine bastırılırsa, anima kendini mantıksız ruh hallerinde, huysuzlukta ya da kötü huylulukta gösterebilir. Bu durum, çoğu zaman duygusal gelişimin olgunlaşmamış olduğu cinsel sapmalarla da ilişkilidir.
Tüm bu düzensizlikler, erkeklerdeki kadınsı tarafın normal işleyişindeki bozulmalardır.
Bu şekilde anlaşıldıklarında, kişinin kendisinin bir parçasını bastırmasından kaynaklanan belirtiler olarak kavranabilirler.
Başka bir deyişle, bu tür dışavurumlar, bilinçdışının telafi yoluyla kendini dengelemeye yönelik çabalarının ifadesidir.
Jung, bu telafi girişimlerinin özellikle hayatın ikinci yarısında—yaklaşık otuz altı yaşından itibaren—önem kazandığını düşünüyordu.
Hayatın ilk yarısında erkek kendi yolunu çizer, kariyerini geliştirir, aile ve bilinçli, akılcı uyum gerektiren başka ilgi alanlarıyla ilgilenir.
Net düşünür ve çaba harcamadan hareket eder.
Animasının varlığının farkında değildir, çünkü bu tarafı kız arkadaşlıklarında kolay ve doğal bir şekilde ifade bulur.
Bu durum ergenlikte ve yirmili yaşlarda sağlıklıdır; ancak bu tür ilişkiler yıl yıl devam ettiğinde—ki bu sıkça olur—artık sağlıklı değildir.
Böyle yansıtma biçimleri elbette felakete yol açabilir ve erkek, kendi yapısının bazı parçalarını göz ardı etmenin bedelsiz olmayacağını acı tecrübelerle öğrenebilir.
Jung şöyle yazar:
“Gölge ya da anima ile başa çıkarken, bu kavramları bilmek ve onlar üzerine düşünmek tek başına yeterli değildir. Bu içerikleri başkalarının duygularını sahiplenerek ya da onlara kendimizi duyarak da deneyimleyemeyiz. Arketiplerin bir listesini ezberlemek hiçbir işe yaramaz… Anima artık yolumuza bir tanrıça olarak çıkmaz, ama belki de çok kişisel bir talihsizlik ya da en iyi maceramız olarak çıkabilir. Örneğin, yetmişlerindeki son derece saygın bir profesör ailesini terk edip genç, kızıl saçlı bir aktrisle kaçtığında, tanrıların bir kurban daha aldığını anlarız. Daimonik güç bize işte böyle görünür. Çok değil, yakın geçmişte bu genç kadını bir cadı olarak ortadan kaldırmak kolay olurdu.”
“Bir erkeğin kendi hayatını ve başkalarının hayatlarını ne kadar pervasızca mahvettiğini ve tüm bu trajedinin ne kadarının kendisinden kaynaklandığını, onu nasıl sürekli besleyip sürdürdüğünü görememesi sıklıkla trajiktir,” der Jung.
“Kadın, kendine çok farklı psikolojisiyle, erkeğin göremediği şeyler hakkında her zaman bilgi kaynağı olmuştur ve olmaya devam etmektedir. O, bir erkeğe ilham olabilir; sezgisel kapasitesi çoğu zaman erkeğinkinden üstündür… bu kapasite, onun daha az kişisel renk taşıyan duygusunun asla keşfedemeyeceği yolları gösterebilir… Burada hiç kuşkusuz ruhun dişil niteliğinin ana kaynaklarından biri vardır. Hiçbir erkek tamamen eril değildir; içinde hiçbir dişil unsur bulunmayan bir erkek yoktur… hiçbir insani deneyim, hatta deneyimin kendisi bile, öznel bir yatkınlığın müdahalesi olmadan mümkün değildir… Bu nedenle erkeğin tüm doğası kadını varsayar, hem fiziksel hem de ruhsal olarak. Onun sistemi en başından itibaren kadına ayarlıdır; tıpkı su, ışık, hava, tuz, karbonhidratlar vb. bulunan belirli bir dünyaya göre ayarlanmış olması gibi… Erkeğin bilinçdışında kadına dair kalıtsal, kolektif bir imge mevcuttur.”
Kadın, erkeği tamamlar, bütünler.
Fiziksel düzeyde de benzer bir durum vardır; çünkü fiziksel olarak da her iki cinsiyet birbirini tamamlayacak şekilde görünmektedir.
Her erkeğin bedeninde, kadına ait bazı kalıntı (vestigial) özellikler bulunur; örneğin, kadın memesiyle tip ve yapı açısından benzerlik gösteren kalıntı memeler gibi.
Aynı şekilde, kadında da erkeğe ait kalıntılar vardır; klitoris, penisin karşılığıdır.
Psikolojik ve fiziksel olarak, anima (ve animus) kavramı, Platon’un meşhur öyküsünü ya da mitini anımsatır: Başlangıçta insan, bütünlüğü simgeleyen bir top gibi yuvarlaktı ve androjendi—yani her iki cinsiyetin özellikleri birleşikti.
Bu tuhaf varlıkların dört ayağı, dört eli, bir boynu ve iki yüzü vardı.
Her şey çiftti.
Muazzam bir güce sahip olan bu eril-dişil varlıklar tanrılara saldırmayı denediler ve Zeus her birini iki ayrı parçaya böldü.
O zamandan beri, yeniden birleşme arzusu, her iki cinsiyetin de diğerine duyduğu özlemde ifadesini bulur; böylece, önceki durumdaki gibi bir bütün olabilirler.
Erkek ve kadın psikolojisinin farklı olduğu inkâr edilemez bir gerçektir.
Jung’un ortaya koyduğu varsayım, bu psikolojik farklılıkları açıklamak için makul bir temel sunar.
Bu farklılık, yaşamın doğal düzeninin bir parçası olarak neredeyse her yerde kabul edilmiştir—belki sadece bazı psikolojik düşünce alanları hariç.
Edebiyatta, bir erkeğin tamamlanma arzusunu, animasını yansıttığı bir kadınla evlenerek gerçekleştirme güdüsüne dair pek çok örnek bulunur.
Bunun bir örneği, Jung hâlâ bir öğrenci iken yayımlanan Thomas Hardy’nin The Well-Beloved (Sevgili) adlı romanında yer alır.
Jung, anima ve animus üzerine çalışmaları yayımlandıktan çok sonra bu kitabı okumuştur.
Romanda Hardy, bir kızı ilk görüşte seven bir adamın hikâyesini anlatır.
Bu kızla uzun süre tekrar karşılaşmaz; ancak onunla evlenmenin hayatının başarısı ve tamamlanması için gerekli olduğuna dair inancı hep sürer.
Dante’nin hayatına dair bildiklerimize bakılırsa, o da Beatrice’i ilk kez sekiz yaş dört aylıkken, kendisi henüz dokuz yaşındayken görüp benzer bir deneyim yaşamıştır.
Jung, Rider Haggard’ın She (O) adlı romanında “anima tipi” kadının ilginç ve isabetli bir betimlemesini gördüğünü belirtmiştir:
“Bu kadınların donanımının vazgeçilmez bir parçası olan sözde ‘sfenksvari’ bir karaktere sahiptirler; aynı zamanda çelişkili bir yapı, baştan çıkarıcı bir belirsizlik taşırlar—hiçbir şey vaat etmeyen belirsiz bir siliklik değil, aksine vaatlerle dolu bir belirsizliktir bu; tıpkı Mona Lisa’nın konuşan sessizliği gibi.
Bu türden bir kadın hem yaşlı hem gençtir, hem anne hem kızdır, bekâreti şüphelidir, çocuk gibidir ama aynı zamanda son derece yatıştırıcı bir doğallıkla donanmış kurnaz bir sezgiye sahiptir.”
Bir kız “anima tipi” ise ya da halk arasında söylendiği gibi “herkesin sevgilisi” olarak görülüyorsa, bir erkeğin anima imgesini onun üzerine yansıtması ve onu kendi hayal ettiği gibi biri sanmasından rahatsız olabilir.
Kız, kendisi olduğu kişi olarak ya da kendini nasıl görüyorsa o şekilde tanınmak ister ve erkeğin ilgisi ona sıkıcı ve tamamen aptalca gelebilir.
Öte yandan, iki kişi arasındaki ilişki aynı zamanda bilinçli bir düzeyde de sürdüğü için ve her biri diğerinin projeksiyonunu taşıyabileceğinden, aralarında tatmin edici bir arkadaşlık gelişebilir ve bu da mutlu bir evliliğe yol açabilir.
Başlangıçta erkek anima’sını kadının üzerine yansıtmamış olsaydı, bu arkadaşlık belki de hiç başlamazdı.
Anima’nın özerk bir kompleks olduğunu ve erkeğin bilinçli niyetiyle harekete geçmediğini unutmamak gerekir.
Erkek, anima’sını—yani kadına dair imgelerini ve ideallerini—belli bir kadına “kendiliğinden” yansıtır.
Arkadaşlık geliştikçe, hem onun hem de kadının diğer özellikleri açığa çıkar.
Dolayısıyla “aşık olmak”—bu belirsiz duruma nasıl bir anlam yüklersek yükleyelim—projeksiyonla karşılıklı bilinçli takdirin bileşimi olabilir.
Bu noktada belirtmek gerekir ki, birçok evlilikte eşlerden biri ya da her ikisi projeksiyonlarını koruduğunda evlilik yine de başarılı olabilir; çiftler bilinçsiz bir şekilde mutlu kalabilir.
Her projeksiyonun “gün ışığına çıkıp çözülmesi” gerektiği konusunda ısrar etmek şart değildir.
Karşı cinsle olan bireysel ilişkilerde projeksiyonların çözülmesi sıkça olur ama bu kural değildir.
Çoğu zaman zeki bir adam, hayatın her alanında mantıklı ve doğru davranabilir—ta ki karşı cinsle temas kurana dek.
Ancak hayatı zaman zaman, belirli bir kadınla mümkün olan en yakın arkadaşlığı kurması gerektiğine kesinlikle inandığı tutkulu bölümlerle sekteye uğrayabilir.
Benzer şeylerin geçmişte de başına gelmiş olması, onu caydırmaz.
İki ya da belki üç evliliğinin böyle bir tutulma ile başladığını kabul edebilir ve mevcut arkadaşlığın, dışarıdan bakan biri için geçmiştekilerin bir tekrarı olduğunu görebilir.
Ancak güçlü duygular baskın olduğunda, sağduyu etkisiz kalır.
Erkeklerin, psikolojik tedavi görürken ve rüyalarını ya da diğer içsel düşüncelerini daha net hale getirmek için resim yaparken, çoğu zaman gerçekte var olmayan, tanımlanamayan bir kadının resmini ya da bir dizi resmini yaptıkları görülür. Genellikle bu kadın figürünün gözleri örtülüdür ya da yüzü çevrilmiştir.
Bu durum, Jung’u ya da anima kavramını hiç duymamış erkeklerde tekrar tekrar görülür. Bu tür deneyimler, Jung’un şu savını destekler:
“Her erkek içinde, kadının ebedi imgesini taşır... Kadına dair tüm atalara ait deneyimlerin bir izi ya da ‘arketipi’, kadının bıraktığı tüm izlenimlerin bir birikimi gibi... Kısacası, ruhsal bir uyumlanma sisteminin kalıtsal bir parçasıdır.”
Jung şöyle der:
“Anima, muhtemelen bir erkeğin bedenindeki azınlık kadın genlerinin ruhsal bir temsiliyetidir. Bu oldukça olasıdır çünkü aynı figür, bir kadının bilinçdışında yer almaz. Buna karşılık gelen bir figür vardır, ancak bu bir kadının değil, bir erkeğin imgesidir. Kadının psikolojisinde bu figüre animus denir. Bu iki figürün en tipik tezahürlerinden biri, uzun süredir ‘animosite’ olarak adlandırılagelmiştir. Anima, mantıksız ruh halleri yaratırken, animus sinir bozucu genellemeler ve akıl dışı fikirler üretir. Her ikisi de sık rastlanan rüya figürleridir. Genellikle bilinçdışını kişileştirirler ve ona kendine özgü rahatsız edici veya can sıkıcı bir karakter verirler. Aslında bilinçdışının bu şekilde olumsuz nitelikleri yoktur; bu nitelikler yalnızca bu figürlerle kişileştirildiğinde ve bilinç üzerinde etkili olmaya başladıklarında ortaya çıkar. Yalnızca kısmi kişilikler olduklarından, ya aşağı düzeyde bir kadın ya da aşağı düzeyde bir erkek karakterine sahiptirler—bu nedenle rahatsız edici etkileri vardır. Bu etkinin etkisinde kalan bir erkek, açıklanamaz ruh hâllerine kapılırken; bir kadın tartışmacı olur ve yersiz fikirler öne sürer.”
Bununla birlikte Jung’un şu sözünü de göz önünde bulundurmalıyız:
“Başlangıçta anima ve animus ile çoğunlukla olumsuz ve istenmeyen halleriyle karşılaşsak da, bunlar sadece kötü ruh türlerinden ibaret değildir. Onların eşit derecede olumlu bir yönü de vardır... En eski zamanlardan beri, tüm erkek ve dişi tanrısal figürlerin arketipsel temelini oluştururlar ve bu nedenle özel bir dikkat gerektirirler. Bu bakımdan onlar, zıtlıkların en yücesini temsil ederler... çünkü aralarındaki karşılıklı çekim, birliğin vaadini taşır ve bu birliği mümkün kılar.”
“Anima tanınıp bütünleştirildiğinde, genel olarak kadınsılığa karşı bir tutum değişikliği olur... çünkü yaşam, hem bireyin içinde hem de dışında, eril ve dişil güçlerin uyumlu etkileşimi üzerine kuruludur. Bu karşıtları birleştirmek, günümüz psikoterapisinin en önemli görevlerinden biridir.”
~E.A. Bennet, What Jung Really Said, Sayfa 117–121
Animus’un olumlu nitelikleri rüyalarda fark edilecek ve bu rüyalar basit ve açık bir şekilde, soyutlamadan kaçınılarak tartışılmalıdır.
Carl Gustav Jung ve psikolojisini eğlendirerek öğreten ve dünyada tek olan bir roman serisi olduğunu biliyor muydunuz? Daha fazla öğrenmek için lütfen tıklayınız.

Comments