Ders X: Carl Jung Rüya Analizi Semineri – 27 Mart 1929
- Nazlı
- 25 Şub
- 13 dakikada okunur

Carl Jung Rüya Analizi Semineri, Ders X – 27 Mart 1929
Siz muhtemelen “Çocuk” (The Boy) sembolüne bu kadar çok önem vermeme şaşıracaksınız; fakat bu sembolün önemini abartmak neredeyse imkânsız. Bu beni hayli meşgul etti; o yüzden mümkün olduğunca tarihini inceledim.
Daha önce size bu “Çocuk”un tarihî örneklerinden bazı kesitler vermiştim; bugün aynı çizgide daha yeni örnekler vermek istiyorum.
Faust’un ikinci kısmında “Çocuk” görünür. Pek az kimse Faust’un ikinci kısmını bilir.
Gençken ben de hiç anlamamıştım; ancak sonraları kavrayabildim.
İçinde bazı şeyler güzel ve harika; ama kolektif bilinçdışına dair bilgi olmadan Goethe’nin ne demek istediğini anlamanız zordur.
Yorumcular, onun neyle ilgilendiğine dair gerçek bir fikir sahibi değiller.
Faust’un ilk kısmı, Goethe gençken yazıldı; ikinci kısmıysa oldukça yaşlıyken yazıldı; arada uzun bir hayat deneyimi vardı.
Bu onun son eseriydi ve içinde çok miktarda bilinçdışı malzeme barındırır. Goethe’nin kolektif bilinçdışı deneyimlerini ifade etme yoluydu.
O bir dâhiydi ve bununla temas halindeydi.
Kolektif bilinçdışı gerçekten deneyimlendiğinde, insanın hayatındaki kaderî (fateful) bir deneyimdir; muazzam bir deneyim.
Bunu, bu görünen dünyanın gerçek deneyimiyle –tüm güzellikleri ve tehlikeleriyle– kıyaslayabilirsiniz, başka bir şeyle değil.
Faust’ta Goethe, Wagner’e “Hayatın sadece bir tarafının bilincindesin; diğer tarafı bilmemekten mutlu ol,” der.
Bu, insan hayatının sıradan insan için yeterli olduğunu, zaten onunla bile baş edemediklerini anlatır.
Fakat bazı insanlar, dünyanın öteki tarafını, yani kolektif bilinçdışını, iç dünyayı deneyimlemek zorundadır.
Bu yüzden Faust’ta Puer Aeternus’u bulduğumuzda şaşırmamalıyız.
Sembol, orada üç biçimde belirir. Faust, dış dünyada birçok farklı durumdan geçer.
Goethe, Fransa’daki muazzam toplumsal devrimden ve kâğıt para icadından çok etkilenmişti.
Bu yüzden Faust, önce sarayda büyük toplumsal ve ekonomik reformcu, kralın danışmanı olarak belirir.
Aynı zamanda bir tür büyücü (sorcerer), kurnaz bir hokkabaz, finansal deha, bir Mussolini’dir. Faust karakterinin tanısı böyle olurdu.
Faust’un son görevi de mühendisliktir; Goethe yazarken bu alan yeni gelişmeye başlıyordu; ve o dönemde İsviçre’de gerçekten böyle bir olay yaşanıyordu.
İsviçreli mühendis Konrad Escher, dağların eteğindeki büyük sıtmalı bataklıkları kurutma projesini hayata geçirdi.
İşini büyük bir kişisel adanmışlık ruhuyla yaptı; Goethe, bu adanmışlığı Faust’un ikinci kısmında bir sembol olarak kullandı.
17. yüzyılda Hollanda’da büyük okyanus fırtınaları setleri yıktığında, denizden toprak geri kazanmak için büyük bir baraj inşa etme planları vardı.
Böylece Faust’ta da setler inşa ediyorlar ve ekim için verimli toprakları yeniden kazanıyorlar.
“Çocuk” ilk kez “KnabeLenker” (Delikanlı Rehber ya da Arabacı) adıyla, Faust sarayda iken görünür.
Metni okurken bu çocuğun niçin belirdiğini anlayamayız ve Goethe bile bu çocuğun görünmesinden ve onu nasıl açıklayacağından neredeyse rahatsız olmuştur.
Çocuk şöyle konuşur: “Ben cömertliğim, ben şiirim.
Ben, kendi malını harcayıp tüketerek kendini mükemmelleştiren şairim… Aynı zamanda sonsuzca zenginim ve kendimi Plutus gibi görüyorum.
Onun dansını ve ziyafetlerini bile canlandırıyor, süslüyorum.
Onun eksik kaldığını ben tamamlıyorum” (Plutus’tan da ileri giderek, hayal ötesi bir zenginliğe sahip).
Yoğunluğu artar, gittikçe daha fazla ateşli hale gelir. Büyük bir festivalde toplanan kalabalığa şöyle der: “Ellerimden çıkan en büyük armağanları etrafa gönderiyorum; bakın, şu ya da bu kişinin başında, oraya koyduğum küçük bir alev var. Şimdi o, baştan başa sıçrıyor. Burada kısa bir süre parlayıp sonra kaçıyor. Nadiren kalıcı oluyor; pek çok kişide, onlar daha farkına varmadan, üzgün biçimde sönüyor.”
Sonra Delikanlı Arabacı’nın (Boy Charioteer) nihai kaderi gelir. Bütün festival, havai fişeklerle sona erer ve aniden her şey alevler içinde patlayarak o da kaybolur; geride yalnız kül kalır. O figür tamamlanmıştır.
Faust, sonraki görünümünde hâlâ dünyayı dolaşmakta, harika şeyler yapmaktadır. Geri döner ve Wagner’i –rasyonalist olanı– eski laboratuvarında bulur; orada Wagner olağanüstü bir şey yapmaktadır: Bir imbikte küçük bir adam, bir homunculus üretmiştir.
Orta Çağ’ın düşü, böyle bir küçük adam yapmaktı; Faust buna hayret eder.
Sonra geceleyin Homunculus, cam fanus içinde havadan kaçar ve Elysion tarlalarına gelir.
Orta Çağ’da Mephistopheles çok büyük bir rol oynuyordu; fakat burada Yunan mitolojisi figürleri arasında, iyilik ya da kötülüğün olmadığı antik dünyada kendini aptal yerine konmuş gibi hisseder.
Homunculus, bu tanrılar ve tanrıçalar dünyasında belirir ve cam fanusundan gerçek dünyaya nasıl çıkabileceğini onlara danışır.
Ancak sürekli yeni biçimlere bürünen eski tanrı Proteus yol gösterebilir: “Var olmak istiyorsan, önce en küçük şeylerden başla,” der, çok bilgedir.
Homunculus böyle iyi bir öğüt aldığına sevinir, şişesinde sıçramaya başlar ve sonra harika bir şey olur. Galatea, denizlerin üzerinden tahtıyla gelir.
Pygmalion’u hatırlarsınız; Galatea’nın çok güzel bir heykelini yapmış, sonra tanrılara onu canlandırmaları için yakarmıştı. Dileği kabul edilmiş ve Galatea gerçek bir kadın olarak hayata gelmişti.
Homunculus şimdi onun gelişini görür, sevinir ve ona doğru koşar; kendini tahta doğru atar, fanusu patlar ve alevler içinde yok olur.
Böylece “Çocuk” üçüncü biçimiyle karşımıza çıkar.
Faust, her zamanki gibi tatminsiz şekilde Anneler’e iner. Orada sihirli üçayak (tripod) bulur ve üçayağın alevleri içinden mükemmel çift olan Paris ve Helena’yı çıkarır.
Faust, en güzel ve en kusursuz kadın olan Helena’ya (aslında Marguerite’in ardında gizlidir) âşık olur. Onunla yaşar ve birlikteliklerinin meyvesi Euphorion (mutlu olan) adlı, ateşli doğası olan, hava ve alev gibi bir çocuktur.
Kısa bir süre sonra kızların peşine düşmeye başlar, alev gibi sıçrayarak onların ardından gider. Çok geçmeden aşk ateşi içinde kendini yakar ve gider.
Bu tüm sembolizmde tipik olan, her seferinde ateş içinde sonlanan, alev gibi kısa süreli varoluş biçimidir.
İlk örnekte, gücü zirveye ulaştığında “Çocuk”un hayatını güç sona erdirir (gücün doruğunda yanıp biter). Diğer iki örnekte ise, aşk duygusu içinde kendini yakar.
“Puer Aeternus”un bir başka görünümü, pek bilinmeyen bir yazarın kitabında yer alır. Yazar muhtemelen bir tuhaftır (bir “crank”), kitap da öyledir; ama fikir olağanüstüdür.
Öykü, Almanya’daki küçük ve son derece saygın bir katedral kasabasında geçer.
Bir Lutheran papaz vardır ve kasabadaki sıradan insanlar—doktor, belediye başkanı, yüksek memurlar; herkes küçük ve saygındır.
Bir söylenti dolaşır: Etrafta birkaç tuhaf oğlan belirmiştir ve bu oğlanların kahverengi deri birer şapkası vardır. (Bu, düpedüz dementia praecox sanrılarına benzer. Yazarın beyninde bir delik olabilir.)
Bu oğlanlarla ilgili kötü söylentiler vardır; garip ve açıklanamaz bir şey, kimse onlara karşı kendini koruyamıyor.
Bir akşam davetinde, garip bir adam belirir. Çok ilginçtir, seyahat etmiştir ve hikâyelerle doludur.
Ufak bir şişe çıkarır, içinde ufacık bir alev vardır.
Oradakilere bunun çok ender bir şey olduğunu ve içine bakana gerçeği göstereceğini söyler.
Hanımlar ve beyler, başlarını bir araya koyup şişeye bakarlar; orada iki küçük insan figürü görünür: Ev sahibesi ve kocası olmayan bir adam. Çıplaktırlar ve şiddetli bir şekilde birbirlerine sarılmışlardır.
Herkes dehşete düşer ama bakmaya devam eder. Sonra parti dağılır, konuklar utanç ve öfkeyle ayrılır.
O yabancı ortadan kaybolmuş ve bir daha görülmemiştir.
Birkaç ay sonra, sezonun büyük olayı olan resmî baloda kasaba halkı yine toplanır. Küçük kızlar beyaz, yaşlı hanımlar siyah giyinmiştir; herkes duvarların etrafında sessizce oturur, biraz konuşur, biraz dans eder; her şey korkunç derecede saygın ve sıkıcıdır.
Kimse, arka kapıdan kahverengi deri şapkalı küçük bir oğlanın girdiğini ve balkona çıkıp saklandığını fark etmez. Bir anda atmosfer değişir, orkestra daha canlı çalmaya başlar, kızlar yüksek sesle güler, belediye başkanı eşine tuhaf şakalar yapar. Giderek işler kontrolden çıkar, daha da çılgınlaşır ve gerçek bir çılgınlık hâline gelir; kimse bunun farkında değildir.
Sonra oğlan sinsi bir gülüşle kaçar.
Haftalarca evlerine kapanırlar, kimse komşusunun yüzüne bakmaya cesaret edemez.
Sonra dış dünyadan haber gelir: Bu oğlanlar başka yerlerde de korkunç işler yapmışlar. Böylece insanlar balodaki garip olayların açıklamasını bulduklarını düşünürler; demek ki o oğlanlardan biri oradaydı ve sorumlusu oydu. Herkes rahatlamıştır.
Ama baloya katılmamış olan papaz hiç de rahatlamaz.
İnsanlar önce kiliseye gitmeye cesaret edemezler; ama şimdi yeniden gidebileceklerini hissederler.
Papaz onları beklemiştir ve vaazında onları cehennemî çılgınlıkları için yerden yere vurur; “oğlan”lara hiç inanmaz.
Öfkesi karşısında cemaat ezilir.
Fakat papaz, kapıdan süzülüp içeri giren ve kürsüye yakın bir sütuna tırmanan kahverengi deri şapkalı küçük bir oğlanı fark etmez.
Çocuğun bakışıyla papazın yüzü gülümsemeyle aydınlanır, vaaza devam eder; ama bir anda hiç söylemek istemediği sözler ağzından dökülmeye başlar.
Daha da çok karışır, hâlâ lanet eder ama araya müstehcen kelimeler, kötü şakalar karışır; cemaati acımasız bir çılgınlığa sürükler.
Bu, balodan da beterdir; hem de kilisede!
Sonra oğlan kaçar ve herkes tekrar kendine gelir. Papaz bir de bakar ki yanında belediye başkanının karısı vs.
Bu artık fazladır, asla unutulmaz.
Bu, Faust’un ikinci kısmındaki çocuk karakterinin psikolojisiyle tıpatıp aynıdır; kısa sürede kendini tüketip geriye yalnızca kül bırakan ateşle sonlanır.
Üçüncü örnek, felsefî ve teolojik biçimdedir. Wells’in God the Invisible King adlı kitabında, Tanrı bir çeşit cahil delikanlıdır; dünyayı iyileştirmeye çalışır ve bizim desteğimize ihtiyaç duyar.
Wells’in Tanrı tanımı, elinden gelenin en iyisini büyük bir coşkuyla yapmaya çalışan bir ergen çocuğu andırır.
Bu kitap nedeniyle Wells’e çok kızılmıştır; ama bu ülkede on altı yaşında bir çocukla tanışmıştım, yetenekli bir çocuk, bir dinî vahiy (revelation) yaşamıştı ve bana Tanrı fikrini anlattı—tam da Wells’in kitabındaki gibiydi; bu onun en değerli vahiyiydi.
“Çocuk” (Boy) sembolü, arketipsel bir imge gibi görünüyor ve çağımızda hâlâ oldukça canlı. Goethe’yi de modern sayabilirsiniz; zira Faust henüz eskimemiştir, hâlâ çok gerçektir.
Örneğin, ben böyle bir fantezi görsem ve analistim bunu yorumlasa, “Artık genç bir adam değilsin, ama içinde bir çocuk fikri var. Belki de yaşlılığın kaçınılmazlığını hissediyorsun, çocuk senin telafin (compensation). Neden böyle? Tutumlarında, davranışlarında ve inançlarında gereğinden fazla yaşlısın, bu yüzden bilinçdışı senin yaşlılığını ‘Çocuk’ figürüyle telafi ediyor,” der.
Tabii Goethe, modern zamanların megafonu gibidir. Her büyük şair, herkesin paylaştığı duygu ve düşünceleri ifade eder; yoksa hiç dinleyici bulamaz, anlaşılmaz ve takdir görmez.
Nietzsche’nin fikirlerinin etkisini ben, onu kimsenin anlayamadığı bir dönemde yaşadım. O, benim şehrimde yaşadı. Üslubu ve düşüncesi tuhaftı.
Kimse Nietzsche’de bir şey gördüğünü itiraf etmeye cesaret edemezdi; çünkü bu, onları sürüden dışarı iterdi. Dünyalarının dışında kalmış hissederlerdi.
Fakat Nietzsche, tıpkı Faust’un ikinci kısmında Goethe’nin yaptığı gibi, çağımızın habercisidir.
Ortak pek çok insana ait olan ve farklı şekillerde ifade edilen genel semboller hakkında konuşabiliriz ve bunların bireysel yorumunu, zamanımızın toplumsal olgularına uygulayabiliriz.
Bunu nasıl uygularsınız?
Dr. Binger: Tıpkı bireyde uyguladığınız gibi. Biz yaşlıyız.
Dr. Jung: Evet, biraz yaşlıyız ve genel kolektif bilinçdışı, gençlik (youth) sembolünü bir telafi olarak gün yüzüne çıkarmaya ihtiyaç duyuyor. Hangi bakımdan çok yaşlıyız?
Dr. Binger: Şehirli (burger) gibiyiz.
Dr. Jung: Tutumlarımız, ideallerimiz çok modası geçmiş. Niçin? Rahiplere sorun, bunu asla kabul etmezler.
Dr. Binger: Herhalde küçük oğlanlardan korkuyoruz.
Dr. Jung: Mesele, ortalıkta kahverengi şapkalı küçük oğlanların olmayışı. İnsanlar anlamıyor ki genel fikirlerimiz, genel kuramlarımız, artık canlı olmayan ilkelere dayanıyor; onlar modern fikirler değiller.
Pek çok insan, enstitülerimize (institutions) karşı çıkmaya başlıyor; çünkü onların savundukları ilkelere artık inanamıyorlar; böylece her yerde bir huzursuzluk durumu var.
Ahlakımız hâlâ Orta Çağ varsayımlarına dayanıyor.
Artık “Cehennem ateşine” inandığımızı kabul etmeyiz; ama gerçekte ahlakımızın tek dayanağı hâlâ cehennem ateşi fikri. Bu fikir, bazı zihinlerde korkunç sonuçlar yaratıyor.
Hayatta olmayan Alman filozof Lamprecht, Medeniyet Tarihi (History of Civilization) diye ufak bir kitap yazmıştı; orada “İnsanlık açıkça çok ahlaksız olmuş, çünkü ensest çağından geçmek zorunda kalmış. İlk insanlar kardeşti.” diyor.
Bu, ilk ebeveynlerin Âdem ve Havva olduğu varsayımına dayanıyor. Bu adam hiç düşünmemiş. Bu arketipsel fikirler o şekilde işler.
Yazar, Âdem ile Havva hikâyesini kabul etmiş; dolayısıyla insan türü üremek için kardeşle birlikte olmaktan başka yolu yoktu. Bunu bilimsel bir çalışma olarak yayımladı!
Bern’de bir profesör, büyük bir coşkuyla, “İnsanlık Kuzey Kutbu’nun buzlu bölgelerinden, Güney Kutbu’nun sonsuz ateşli alevlerine uzanıyor,” dedi. Bir süre buna katlanıldı ama sonunda çok ileri gittiği için istifa etmek zorunda kaldı. Lamprecht ise bu yalanıyla paçayı kurtardı, kimse onun masalını yakalamadı.
Bu arketipsel fikirlerin kabulü, düşünüş ve davranış tarzımızı etkiler; ama bu konular asla tartışılmaz.
Yakın zamanda bir Amerikalı “Bir İdealin Ölümü” başlıklı harika bir makale yazdı; konu sevgi idealinin ölümüydü.
Genellikle sevginin en yüce ideal olduğu düşünülür. Bu asla tartışılmaz ama tartışılmalıdır.
Çağımız, sevginin en yüce ideal olmadığını—en yüce idealin Yaşam (Life) olduğunu—göstermeye hazırlanıyor.
Bu yazar benim etkimde kalmadı; çünkü ben hiçbir zaman kamuoyuna “Sevgi en yüce ideal değildir,” demedim.
“Puer Aeternus” hakkındaki onca şeyden sonra yeniden rüyaya dönebiliriz; çocuğun tercih ettiği beyaz ekmek meselesine. Daha önce de gördüğünüz gibi, beyaz ekmek saflığı (purity) sembolize eder.
“Çocuk”, Brother Eustachius hikâyesindeki gibi saf beyaz ekmek ister.
Bu rüya ile karmaşık iş rüyası arasındaki özel bağlantı nedir? Nasıl bağlarsınız?
Dr. Binger: Yozlaşmış İşletme Müdürü ile prens arasında bir zıtlık var.
Dr. Jung: Elbette, İşletme Müdürü beyaz ekmek sağlayamazdı. Bu bir çeşit... (Ahlaki kelimesi iyi bir kelime değildir çünkü kesin bir anlamı yoktur. Bazı toplumlarda çocuk kurban etmek, işkence etmek, köle alıp satmak ahlakî sayılır. Ahlaki kelimesi, Latince mores—gelenekler, alışkanlıklar—kelimesinden gelir. Biz onu iyi ve kötü fikriyle bağdaştırırız; ancak kelimenin göreceli bir anlamı olduğunu her zaman akılda tutmalıyız. İyilik ve kötülük fikri, farklı yüzyıllarda veya farklı ülkelerde aynı değildir. Burada yalan söyleyen bir kişi ahlak dışı sayılır ama İtalya’da bu, nazik bir âdet olabilir, insancıl bir davranış olabilir. Sadece Almanlar, belki İngilizler, İtalya’ya geldiklerinde buna alınırlar.)
Bir keresinde İtalya’da bisikletle seyahat ederken pek kötü bir yolda kaldım; tekerime bir çivi girdi. İtalyan bir köylü bana çok yardım etti.
Onu Osteriada bir kadeh şarap içmeye davet ettim ve belli ki benimle içmekten gurur duyuyordu, asla para bahşişi almadı.
Düşündüm ki “Bu adam bana kesinlikle yalan söylemez.” O yüzden ona ilerideki yol hakkında soru sordum. Bir an tereddüt etti, sonra “Bellissimo, harika! Dünyanın en iyi yoludur; herkes o yoldan gider,” dedi.
Ben de o yolu tuttum; on dakika kadar gayet güzeldi, sonra korkunç bir yola dönüştü. Çukurlar öyle derindi ki sürmek imkânsızdı, iki saat boyunca karanlıkta yürüdüm.
Başta çok sinirlendim; ama sonra fark ettim ki İtalyan en azından bana on dakikalık mutluluk vermişti! Bir İsviçreli, hemen gerçeği söyleyip yolu lanetlerdi; ben de on dakika önce mutsuz olurdum! Bu, İtalya için ahlakîydi.
Böyle bir kötü şeyi, yani gerçeği söylemek kabalık olurdu. Luther, “Karın istemiyorsa hizmetçiyle birlikte ol,” der, üstelik dinî bir reformcudur. Şimdi bu çok ahlak dışı kabul edilir.
Sohbetlerinde (masadaki konuşmalarda) buna benzer çok lezzetli pasajlar bulursunuz; ama elbette bugün kimse bahsetmez.
Dolayısıyla rüyadaki ahlakî öğüt, âdet (custom) olarak anlaşılmalıdır; kendi en iyi bilgine göre, farklı yüzyıllarda farklı şekillerde ama her zaman o belirli şeye ve zamana göre en iyisi.
Rüya diyor ki “Elinden geldiğince çocuğa en iyi yiyeceği sağlamalısın.” Önceki rüyada, yoz İşletme Müdürü’nün dokumasını onarmak zorundaydı; şimdi ise çocuğa en iyi besini sağlamaya çalışmalı.
Muhtemel öngörünüz nedir? Bir sonraki rüya ne olabilir sizce?
Bu adam henüz rüya dünyasını bilinçli hayatına bağlayabilecek kadar ilerlemedi. Hayatı güvenli raylarında gidiyor ve bilinçdışındaki her şey benim ofisimde yaşanıyor.
Dr. Binger: Karısıyla erotik bir deneyim yaşadığı bir rüya görebilir.
Dr. Jung: Bu bir tahmin. Başka?
Mrs. Sigg: Rüya ona bir sonraki adımda ne yapabileceği konusunda bir öğüt verebilir.
Dr. Jung: O öğüt ne olurdu?
Mrs. Sigg: Bilmiyorum.
Dr. Jung: Ama bilmek önemli. Karısıyla ilişkisini nasıl düzelteceğine dair bir öğüt mü kastediyorsun?
Dr. Shaw: İlişkisini, sadece cinsellikle değil, daha bilgece düzeltmeye çalışması gerektiğine dair.
Mr. Gibb: Siz onun henüz rüyalarının söylediklerini uygulayamadığını söylediniz; öyleyse rüya, belki tam zıttı, karşıt nitelikte bir şey de olabilir.
Dr. Jung: İki tane açık görüş var. Hangisini seçiyorsunuz?
Dr. Binger: Yanıldığımı görüyorum, vazgeçebilirim.
Dr. Shaw: Bence devam etmeli.
Dr. Jung: O, bilinçli yol olurdu; ama hastanın bütün bunları bilincine bağlayamayacağını söyledik. Soru, bir sonraki rüya hakkında; hastanın bilinçli tepkisi değil.
Dr. Shaw: Mr. Gibb’in kastettiği zıtlık ne olabilir? Biraz daha açabilir mi?
Mr. Gibb: Umut verici olmayan bir şey, geriye dönük (regresif) nitelikte bir rüya.
Dr. Shaw: Ne tür bir şeye doğru bir regresyon?
Dr. Schlegel: Rüya sahibinin gerçek sorunu, karısıyla mevcut ilişkisi değil, kendi ruhuyla (soul) ilişkisi. Bu yüzden gerçekliğin arkasındaki bilinçdışı derinliklere inmesini beklerdim.
Mr. Gibb: Bence buna katılıyorum.
Dr. Jung: Başka bir fikir?
Mrs. Sigg: “Çocuğun” gelişi, analistle ilgili bir şey olabilir.
Dr. Jung: Ben, Puer Aeternus’la özdeşleştirmeyi kesinlikle reddediyorum. Bir bakıma o rüyadan ben sorumluyum diyebiliriz.
O, benimle ilişkisi olmasaydı böyle bir rüya görmezdi; ama bu zaten rüya yorumunun tüm çalışma temeli.
Bir sonraki rüya [13]:
“Karım ve ben, görünüşe göre tanıdığımız bazı insanlarla (kim olduklarından emin değilim) bir şölene ya da kutlamaya gidiyoruz. Bir dizi büyük süslü salon var, okyanus tabanını temsil ediyor. Sanki elektrikle aydınlatılmış bir deniz ortamına –her türlü yüzen ve sürünen deniz hayvanını görebildiğiniz bir manzaraya– bakıyormuş gibi. Su altına dalmış ve deniz tabanında duruyormuşsunuz gibi bir his. Birçok masa var ve oturmaya başlıyoruz. Bu masalar, böyle bir yere yakışacağı gibi zarif değil; daha ziyade İsviçre’deki atıcılık şenliklerinde (shooting-matches) kullanılan kaba saba masalar gibi. (Rüyadan ancak sonra bu masaları anımsamaya başladım; rüyada aklıma gelmedi.)
Şimdi yalnızım, uzun bir merdivenden yukarı çıkıyorum. Yaşlıca bir kadın beni karşılıyor ve büyük, güzel süslenmiş bir salona götürüyor; türünün tek örneği, ortasında bir çeşme olan bir salon. Duvarlarda bir dizi kapı var, açıkça başka odalara açılıyorlar; kapılar kısmen açık ve odalarda fahişeler olduğunu görüyorum. Ev sahibesi (hostess) ortalığı çekip çeviriyor; salonun sonuna kadar gidiyoruz, ben bu kızlardan biriyle ilişki kurma isteği dile getirmeden, ev sahibi diyor ki hâlâ gelmeyen bazı kızlar var, aralarında X (Kaiser, sanırım adı buydu) kardeşler de.
Sonra bir Fransız kitabı okuduğum izlenimine kapılıyorum. Sayfayı çevirip yeni bir bölümün başına geliyorum.
Bir vinyet var ve şu sözler: ‘Gece çok tatmin ediciydi.’ Resimde, orgy (çılgın eğlence) sahnesi tuhaf bir şekilde gösteriliyor. Sayfanın üst kısmında yarım daire formunda, frak giymiş beyler ve son derece hafif giyinmiş hanımlar halılarda ve yastıklarda oturup uzanıyorlar. Aralarında, iplerle kukla gibi asılmış polisler ve atlı askerler var. Bu ipler, gruplar arasında bir tür sınır çizgisi oluşturuyor.
Soldaki ilk grupta, kendimi ve tanıdığım –kim olduğunu tam çıkaramadığım– başka bir adamı görüyorum. Bundan sonra karımla birlikte aşağı iniyorum; fakat şapkamı bulamıyorum. Her yerde boşuna arıyorum. En sonunda bana ait olmayan başka bir şapkayı almaya karar veriyorum. Karım, başlangıçta birlikte geldiğimiz dostlarımızı beklememiz gerektiğini düşünüyor (kim olduklarını hatırlamıyorum); ama biz yolumuza devam ediyoruz ve çıkarken aynada şapkanın bana uyup uymadığına bakıyorum ve görüyorum ki koyu kahverengi bir bere giyiyorum.”
Görüyorsunuz, tahminimiz rüyaya uyuyor. Pratik analizde, genellikle bir sonraki rüyanın nasıl olacağını görebilirim. Kendimi buna bağlamam tabii ki mümkün değil; ama önceki rüyada olağanüstü bir sezgiyle, adamın zihinsel durumunun çok ötesine götüren ve uzaktan işaret eden (Eros) bir figür belirdiğinde, rüya sahibinin kendini fazlasıyla aştığından ve hiç hazır olmadığı bir şeye göz attığından emin olabilirsiniz.
İnsan en çok böyle kapsayıcı vizyonlardan hayal kırıklığına uğrar; çünkü sizi zirveye taşır, sonra da öylece bırakır; bunun kendinizden çok öte olduğunu tam anlamıyla hissedersiniz.
Ona ulaşamayınca eskisinden de derinlere düşersiniz.
Bu rüyanın yorumunda (burada verildiğinden daha az kapsamlıydı), onu hiç alışkın olmadığı bir ruhsal atmosfere götürmek zorunda kaldım. Hava fazla incedir, aşırı manevîdir; bu da tüm “şeytanlarını” gıdıklar.
İnsanlar, cinselliği fazlaca ruhsallaştırdığında, cinsel bir çılgınlığa (sexual orgy) sürüklenir; uçurumun sonsuz yılanı tepki gösterir ve ısırır. İşte bu adam da bir gerilemeye yönlendirildi.
Bu yüzden, bu rüyada denizin dibine inmesi sağlanıyor; fakat bu tam bir gerileme (regression) değil, gerçekten boğulmuyor.
Gerçekte olay bir genelev; sadece yapayca süslenmiş bir gerçek.
Çağrışımlar:
Deniz dibi:
“Deniz dibi bana Lido’nun bir reklamını hatırlatıyor. Baloymuş gibi görünen bir salonun fotoğrafları vardı, deniz dibindeymiş gibi. Balıklar vs. ile deniz sahnesi, bana bir akvaryumu anımsatıyor. Ben bilinçdışını tekrar tekrar denizin dibiyle kıyaslamışımdır. Yalnız yukarı çıktığımda, bu güzel deniz manzarasını hayranlıkla izlediğimi hatırlıyorum.”
Kaba masalar:
“Bunları, atıcılık şenliklerimizdeki masa ve sıralarla ilişkilendiriyorum; orada böyle masalar vardır ve fazlaca içkiyle zorlama bir neşe yaşanır.” Bunu sevmediğini, yapay bulduğunu ve yapaylığının altını çizdiğini söylüyor.
Yukarıdaki oda:
“Bana, Almanya’daki bir kaplıca kentinde bulunan büyük bir salonu hatırlatıyor; orada da ortada bir fıskiye ve yapay bir havuz var. İnsanlar, o koca salonu Roma’daki Caracalla Kaplıcaları’yla kıyaslamayı severler.” (Hırs dolu bir kıyas)
Bahsi geçen hâlâ gelmeyen kız kardeşler ve Kaiser ismi ona bir şey ifade etmiyor, sadece Kaiser kelimesi çok önemli bir kişiyi simgeliyor.
Ardından rüyayı özetleyen bir açıklayıcı çağrışım geliyor:
“İnsan bilinçdışının imgelerine (deniz manzarası) baktıktan sonra, içinde bazı rahatsız edici durumların (bu odalardaki sert sıralar) bulunduğu… insan özel bir heyecan duymadan orgiastik maceralara girebilir; kitaptaki vinyetteki orgy sahnesi ve fahişeler.
Bu kitaptaki resimler, bana Roma çılgınlıklarını, Caracalla Kaplıcaları’nı hatırlatıyor.”
Sonra felsefeye girişir:
“Kendini anlayan bir insan, böyle bir çılgınlığa katılabilmeli ve kendisini bir kitapta görür gibi (rüyada kendimi o sahnelerde gördüm) izleyebilmelidir.”
Memurlarla (officers) ve askerlerle ilgili olarak, kamusal otorite ve denetimi çağrıştırıyor.
Diyor ki: “Rüyada bu polisler kuklalar gibi gösterilmiş ve bu doğrudur; kamu otoritesi de böyle bir kukladır. Bu, kamusal düşünceden, kamusal denetimden korkumla bağlantılı.”
Şapka:
“Yabancı şapka bana yakışmasına karşın aynada kendime bakınca komik göründüğümü fark ettim. Tam bir soytarı şapkası değil ama tuhaf bir bere.”
Şimdi rüyanın resmine sahipsiniz; önceki rüyanın ardından gelen düşüş ve yeniden bir eleştirel bakış.
Bu çağrışımlarla, rüyanın fikrinin kolektif bir duruma inmek olduğunu görebilirsiniz; binlerce insanın geldiği büyük bir şenlik sahnesi, popüler bir kolektif durum.
“Deniz dibi,” kolektif bilinçdışının mecazıdır; denizin dibindeki büyük çoğunluk (collectivity).
Orada insani hiçbir şey yoktur, sadece balıklar ve diğer sürünen, yüzen yaratıklar.
Sonra, o düzeyden yukarı çıkınca, en azından bir ilişki düzeyine varır; mecazi olarak bir genelevdeki bir çılgınlığa (orgy) katılma ve yanlış şapkayla, o komik kahverengi beresiyle ayrılma.
Kaynak: C.G. Jung, Dream Analysis Seminar, sf. 187-198
Carl Gustav Jung ve psikolojisini eğlendirerek öğreten ve dünyada tek olan bir roman serisi olduğunu biliyor muydunuz? Daha fazla öğrenmek için lütfen tıklayınız.

Comments