Please Enable JavaScript in your Browser to Visit this Site.

top of page

Ders V: Carl Jung Rüya Analizi Semineri-20 Şubat 1929



Ders V: Carl Jung Rüya Analizi Semineri-20 Şubat 1929


Carl Jung Rüya Analizi Semineri, Ders V – 20 Şubat 1929


Dr. Jung:


“Bugün rüyalarımıza devam edeceğiz; artık tavuğa geçit yok!

Sonraki rüya iki gün sonra görüldü.


Rüya [5]

“Bir azizin tapınıldığı bir yere geliyorum; bu azizin, adını anınca hastalıkları iyileştirdiği söyleniyor. Ben de siyatik (sciatica) ağrımdan dolayı oradayım. Galiba benimle birlikte giden başka insanlar da var; biri bana, şimdiden bir hastanın iyileştiğini söylüyor. Ben ise azizi anmanın dışında başka bir şey daha yapmam gerektiğini düşünüyorum; denizde bir banyo (yıkanma) yapmalıyım.

Kıyıya gidiyorum ve karaya doğru uzanan iri kayalar (boulders) görüyorum. Kayalar ile kayalık tepeler arasında bir vadi, bir tür koy var. Okyanus, sakin ama güçlü dalgalarla buraya giriyor ve koyun içlerine doğru yavaşça kayboluyor. Dalga hareketlerini ve yüksek kabarmaları bir süre izliyorum. Sonra yüksek, kayalık tepeye tırmanıyorum. Yanımda en küçük oğlum var.

Tam daha da yukarı tırmanmak üzereyken, tırmandığımız tepenin öteki tarafında suyun sıçradığını (spray) görüyorum; ardından o taraftaki dalganın çok güçlü olabileceğinden, tepenin yıkılabileceğinden korkuyorum; çünkü tepe masif kayadan değil, yığılmış çakıl ve irili ufaklı taşlardan (boulders) oluşmuş. Tepe çökebilir ve büyük bir kabarmayla dalga onu alıp götürebilir. Bu nedenle çocuğu oradan uzaklaştırıyorum.”


Rüyanın resmi çok net, iyi görselleştirilmiş. Düz bir sahil var ama karaya doğru yığılmış büyük kayalar. Bir çakıl ve gevşek taşlardan oluşan bir tepeye geliyor, bu tepe dalgalarca sürüklenip götürülebilir.


Çağrışımlar:

Aziz:

“Azizin adı aklıma gelmiyor ama Papateanon ya da Papastheanon gibi bir şey olduğunu sanıyorum. Bu Yunanca veya Rumence bir ad gibi, ama açıklayamıyorum.”


Romanya’da epey Yunanca bulunur, çünkü Rumence; Roma İmparatorluğu boyunca yaygınlaşan “lingua rustica” (köylü dili) içinde Yunancayla karışmıştır. İsviçre’deki Romanş dili gibi hâlâ izleri bulunur.


Mucizevi tedavi:

“Bu durum Lourdes’taki ya da tüm Muhammedî dünyada, Kuzey Afrika, Mısır vb. yerlerdeki aziz türbelerinde olan iyileştirmeye benziyor. Bu iyileşmelerin gerçekliğini inkâr edemem, ama bunları ancak inanca dayalı etkiyle, oto-sugestiyonla açıklıyorum; bunlar, iyileşme öyküleriyle sürekli güçlenen bir atmosfer yaratıyor. Lourdes gibi ortamlarda insanlar sihirli iyileşmelere tanık olduklarında, kitlesel bir telkin (crowd suggestion) oluşuyor.”


Daha sonra, kalabalığın inancı ve bunun herkes üzerindeki etkisi hakkında konuşuyor. Sonra rüyada bile böyle bir mucizeyle iyileşme olasılığından kuşku duyduğunu belirtiyor:


“Kör inançla ya da bir mucizeyle iyileşebileceğimden emin değilim, başka insanlar öyle iyileşse bile. Bence, denizde bir banyoya girip gündüz vakti o muhteşem dalga hareketlerini seyretmek de yardımcı olabilir.”


Deniz:

Almanca bir terim kullanıyor; “hayatın ilksel ortamı” anlamında. Evrim denizde başladı, yaşamın ilk kıvılcımı orada belirdi. Doğanın rahmi (womb) da deniz olarak görülebilir.


Okyanustan gelen görkemli dalgalar (rollers):

“Bilinçdışımız öyle olabilir; bilinçdışından, bilincimize hemen hemen düzenli aralıklarla güçlü dalgalar gelir. Bilinç, bu koyu barındıran vadi gibidir.”


Hastaların sıklıkla dile getirdiği bir benzetmeden söz ediyor: bilinç, bilinçdışıyla bağlantılı ama bir set veya yarımadayla ondan kısmen ayrılmış bir koy gibi. Devamla:


“Bu dalgaları izlemek hem huzur verici hem de çok ilginç. Böyle söyleyecek olursak, bilincimiz bilinçdışının inip yükselmesine kapılır.”


Kendisince, bilinçdışı hareketinin “doğanın ritmik solunumu, Goethe’nin ‘diastol ve sistol’ fikri” gibi olduğunu dile getiriyor. İlk hareket türü, protozoalarda olduğu gibi dışarı ve içeri, yani dışadönüklük (ekstraversiyon) ve içedönüklük (introversiyon) devinimleri.


Rüya sahibi sürdürür:


“Ama fırtınalı bir günde okyanusa yaklaşmak tehlikeli olabilir. Deniz kendi kıyılarını, kendi oluşturduğu kum setlerini tahrip edebilir; çoğu, bu güçlü dalgalardan kurtulamayabilir.”


Oğlan çocuğu hakkında:

“Bu çocuk en gözde çocuğum gibi. En küçük oğlum, benimle özdeşleşiyor ve babası gibi olmak istiyor. Kardeşlerinden daha az bir şeye sahip olmamak için her zaman tetikte, çok kıskanç.”


Rüya sahibi bir süre okyanusun görkemli oyununu izledikten sonra daha yüksek bir tepeye tırmanmak ister. Öte yanda su sıçraması görünce korkar, tepenin yıkılmasından endişe duyar.


Bunun için çağrışımı şöyle:


“Diğer tarafta belli ki öylesine güçlü bir gerilim var ki, bir felakete yol açabilir. Tepenin zirvesine çıkacak olursak, tepe çökebilir ve suya düşebiliriz.”


Burada ifadesi muğlak; kısmen rüyanın metaforuyla, kısmen psikolojik olarak konuşuyor: “Öteki taraftaki gerilim tehlikeli.” Almancayı İngilizceye çevirirken tüm anlamı aktarmak zordur; dil hâlâ ilkel ve çok anlamlı bir durumda olduğu için psikolojik manaları nüanslıca ifade etmeye çok elverişlidir. Bilimsel ve yapay (doğal olmayan) olgulara dair kesin formülasyonlarda Almanca o kadar iyi değildir; gereğinden fazla yan anlam içerir. (İngilizcede veya Fransızcada bu tür karışıklık azdır. Yasal ya da felsefi dilde Fransızca idealdir.)


Mark Twain’in dediği gibi, “Zug” kelimesinin yirmi yedi farklı anlamı vardır. Bir Alman, kullanmak istediği anlamı kafasında canlandırır ve diğer olası anlamları aklına bile getirmez. İlkel dillerde tek bir sözcüğün hem “siyah” hem “beyaz” için kullanılması gibi. İlkel, o sözcüğü kullanır ve “beyaz” demek ister; ama diğeri onu “siyah” anlamında algılayabilir.


Almancada Zug bir hava cereyanı, bir tren, bir eğilim (tendensi), elbiselerdeki lastikli bant için de kullanılır. Bu ilkelcedir.


İngilizcede “good, better, best” vardır; “best” aslında “bad” kökenlidir; Anglo-Saksonca “bat” denirdi, “kötü” anlamına. Fransızcadaki “sacre” kelimesi de çifte anlama sahiptir: Sacre coeur, Sacre nom de chien.


Şimdi rüyayla ilgili izlenimlerinizi duymak istiyorum. İlk aziz var; önceki rüyayı hatırlıyor musunuz? Rüya yorumunda, ilk görevimiz rüyayı bir önceki rüyayla bağlantılamaktır. Acaba son rüyadaki tavuklarla (chickens) bu rüyadaki aziz arasında mümkün bir bağlantı görebiliyor musunuz? Oldukça uzak görünüyor. Bunu, daha önce benzer birçok rüya analiz etmemiş olsaydım, ben de kestiremezdim. Ama bir önceki rüyanın ve bu rüyanın motifini biliyorum.


Önceki rüyanın motifi, kurbanlık yiyeceğin bir kazanda bir araya getirilmesi, simyasal süreçle “yeni insan”ın yeniden inşa edilmesi (reconstruction) fikriydi. Bu, kişinin kurtulmaya, kurtarılmaya, iyileşmeye ihtiyaç duymasıyla ilgili eski dönüşüm (transformation) düşüncesidir. O, kırık dökük eski bir makine gibidir, paçavra ve kemik yığınının toplamıdır; “Eski Âdem”in günahları ve atalarının günahlarıyla da yüklüdür, çelişkili bir perişanlık yığınıdır. Kazana (veya kratere) atılır, orada kaynatılır ya da eritilir ve yeni olarak çıkar. Önceki rüyadaki tavuk rüyasında bu sadece hafifçe ima edilir. Malzemelerin pişirilmesi bir tür tedavi gibidir.


Almancada heilig (kutsal) ile heil (sağlık, bütünlük) bağlantılıdır; geheilt “iyileşmiş” demektir. İyileşme, “bütün olmak”tır; daha önce dağınık parçalardan oluşan halin bütünleşmesidir. Dolayısıyla tavukları toplamak ve kızartmak, iyileştirmek veya yenilenmek demektir. Burada “ilâç” (medicine) fikri devreye girer. Kurtarıcı (Saviour) her zaman “ilaç veren adam”dır; pharmakon athanasias—ölümsüzlük ilacı—yeni insanı yaratan odur. Simyacıların “tinctura magna”sını aldığınızda sonsuza dek iyileşirsiniz, artık hasta olmanız olanaksızdır. Bunlar, simya sürecinin mitolojik çağrışımları; yani dönüşüm (transformation) potasından söz ediyoruz. Dolayısıyla sonraki rüyada azizin ortaya çıkması şaşırtıcı değildir.


Neden ille de bir aziz? Bir büyücü (medicine man) ya da sihirbaz da olabilirdi. Hastanın psikolojisine dair hoş bir örnek bu. Aziz, doktordur. Hasta beni telefonda arayıp, “Doktor Jung musunuz? Beni iyileştirebilir misiniz? Ne kadar sürer?” diye sorar. O, Dr. Jung’u bir aziz gibi anıyor. Hasta, elbette beni aziz olarak düşündüğünü sanmıyor; ama bilinçdışı diyor ki “Sen bir azizin adını anıyorsun.” Bu bilinçdışı, aynı eski hakikati tekrarlar: Bir adam Kurtarıcı’ya (Saviour), bir Hintli şifacıya, bir Arap “Marabut”a seslenir. Katolik, Saint Anthony’nin türbesine sürtünerek şifa umar. Bilinçdışı neden böyle konuşuyor, ne işe yarar?


Bayan Schlegel: İnancı güçlendirir.


Dr. Jung: Evet, “inanç” illa “kör iman” demek değil; bir tür beklentidir: “Umudum ve inancım Tanrı’dadır.” Rüya, hastanın aynı eski arketipsel durumda olduğunu söylüyor. Arketipsel bir durum yaşandığında çok güçlü duygular ortaya çıkar; bilinçdışı ne kadar uyarılırsa, olayların yoluna gireceğine dair beklenti de o kadar artar. Peki arketipe dokunduğumuzda psikolojimizde ne olur?


Dr. Binger: Irksal veya kabilesel bir imgenin (kolektif bilinçdışından) yüzeye çıkması.


Dr. Jung: Bir arketip, kolektif bilinçdışının yapısına aittir; ama kolektif bilinçdışı içimizdedir, dolayısıyla o bizim yapımızın parçasıdır. İçgüdüsel doğamızın temel yapısının bir parçasıdır. İnsan, bu içgüdüsel örüntüye (pattern) geri döndüğünde, iyileşmesi beklenir. Çünkü insanoğlunun yapısı tümüyle uyumlu, olağanüstü bir varlıktır ve mükemmel yaşamaya muktedirdir. Psikojenik hastalıklarımızın çoğu, insana özgü içgüdüsel örüntüden sapmış olmamızdan kaynaklanır. Bir anda kendimizi havada asılı buluruz; ağacımız artık topraktan besin alamaz. Dolayısıyla arketipsel duruma geri döndüğümüzde, dünyada yaşamak için olması gereken doğru içgüdüsel tutumumuza dönmüş oluruz; doğru atmosfer ve doğru besinle bütünleşiriz. Arketip, insanın her zaman olduğu o “doğal içgüdüsel” yapısıdır. Eskiler—rahipler ve şifacılar—bunu bilgiyle değil, sezgiyle bilirlerdi. Hastayı arketipsel duruma geri döndürmeye çalışırlardı. Biri yılan ısırığı alsa, biz ona serum veririz; ama eski Mısır rahibi kütüphaneye gidip İsis hikâyesinin yer aldığı kitabı çıkarır ve hastaya Güneş Tanrısı Ra’nın nasıl Mısır’da gezinirken eşi İsis’in ona bir kurt, bir tür çöl engereği hazırladığını, Ra’nın o yılana basıp ısırıldığını, zehrin etkisiyle titrediğini, tanrıların onu kurtaramaz görünürken İsis’in nasıl bir büyü yaptığını, ama tamamen iyileştiremediğini ve Ra’nın Göksel İnek’in sırtına çekilmek zorunda kaldığını okurdu. Bu anlatım ne işeyarar? Bu saçmalığın hastayı nasıl iyileştirdiğini düşünürsünüz. Ama ben, bu insanların kesinlikle aptal olmadığını varsayıyorum. Bizim kadar zekiydiler; yöntemleri sonuç veriyordu ki uyguladılar; “iyi ilaç” buydu.


Eski Galen’in farmakopesini (eczacılığını) incelerseniz, midemiz bulanır; akıl almaz bir gübre yığını gibidir. Yine de Galen çok iyi bir doktordu. Farmakolojileri bize göre saçma görünür; biz her şeyi “dıştan” ve mantıkla yapıyoruz ama onlar “içten dışa” yapıyorlardı. İçten gelen şifayı göremeyiz; Christian Science bunları tanır ama modern klinik tıp bile hâlâ dış gerçeklerle çalışıyor. Eski Mısır rahibi, hastaya acısının sadece insanın değil, Tanrının da kaderi olduğunu anlatmaya çabalıyordu. “Böyle olması gerek; zehri yaratan İsis, onun etkisini de (tam olmasa da) iyileştirebilir.” Hastayı, yılan ısırığı efsanesinin zamansız gerçeğine dahil ederek onun içgüdüsel güçlerini harekete geçirir; bu da son derece yardımcıdır.


Bizim hastamızda da, arketipsel güçler harekete geçirilse fayda görecektir. Ama bizde bu o kadar kolay değil; arketipsel imgeden çok uzağız. Birinin morali bozuk olsa, papaz gelip “Bak, İsa’nın çarmıhta nasıl acı çektiğini düşün, tüm yüklerimizi nasıl omuzladı,” der. Arketipsel İsa imgesi hâlâ anlam ifade eden biri için bu etkilidir; ama arketipten kopmuş olan için havada kalır. Tüm bu teknik doğal olarak bilinçdışından doğmuştur. Eskiler—Galen gibi doktorlar—hastalarının rüyalarına bakarlardı; rüyalar, tedavide büyük rol oynardı. Antik bir hekim, bir adamın rüyasında bacağının taşa dönüştüğünü gördüğünü, iki gün sonra da beyin kanaması (apopleksi) sonucu bacağının felç olduğunu anlatır. Bazı rüyalar, bir vakayı teşhis ederken çok önemlidir.


Rüyanın olağan tekniği, hastayı iyileştirmek için onu bir arketipsel duruma sokmaktır: Acı çeken Tanrı-İnsan durumu ya da insan trajedisi durumu. Yunan trajedisinin etkisi buydu. Şimdiki rüya, hastayı bir hacı rolüne sokuyor; sanki Padua’daki St. Anthony’nin türbesine veya Lourdes’a gitmek gibi. Kendisini her zaman var olan, sıradan insanın (hacıların) konumuna yerleştiriyor; böylece temel insan doğasına yaklaşıyor. Ona yaklaştıkça normalleşiyor ve bazı insanlarda bu yöntem gerçekten işe yarıyor. İçgüdüsel güçler—kısmen psikolojik, kısmen fizyolojik—serbest kalıyor; bu sayede bedensel durum kökten değişebiliyor.


Öğrencilerimden biri, kanın viskozitesi üzerine analiz sürecinin çeşitli aşamalarında deneyler yapmıştı; hasta bunalımlı, dirençli ya da keyifsizken viskozitenin düştüğünü gözlemledi. Bu haldeki insanlar enfeksiyonlara ve bedensel rahatsızlıklara açıktır. Mideyle ruh hâli arasındaki bağlantı ne kadar yakın, bilirsiniz. Sürekli kötü bir psişik durumda olmak mideyi bozabilir, çok ciddi olabilir.


Bay Rogers: Tartışmadan biraz uzak olacak ama bir soru sormak istiyorum. Aynı kelime nasıl zıt şeyleri ifade edebiliyor? İlkel zihinde zıtlıkları bu kadar yakın kılan nedir?


Dr. Jung: Bu, hâlâ bilinçdışı içinde olan şeylerin şaşırtıcı sembolizmidir; orada şeyler hem var hem yoktur. Bu durumu rüyalarda ve bilinçdışında sık görürüz. Örneğin cebinizde yüz dolarlık bir banknot olduğunu bilirsiniz, bir borç ödemek istersiniz ama bulamazsınız. Bilinçdışı içeriklerde “evet” ve “hayır,” “iyi” ve “kötü,” “siyah” ve “beyaz” aynı anda bulunur. Belki bilinçdışınızda ulaşamadığınız bir olanak var; yüce veya çok düşük nitelikler oradadır. Aynı şey olamaz ama herhangi biri olabilir. Dolayısıyla iyi insanlar ve kötü insanlar, ikisi de ahlaki bir sorun yaşar. İlkel yanlar ve yüksek kazanımlar (örneğin bir sanatçı) aynı kişide bir aradadır. Tüm sanatçıların karakter ve yaşayışlarında çok ilkel bir taraf vardır. Bilinçdışlarında belirsiz (ikircikli) bir durum hakimdir. Bu, aslında yeni bir keşif değil. Gnostikler “pleroma” düşüncesiyle bunu ifade etmişlerdir; orada zıtlar—evet/hayır, gece/gündüz—bir aradadır ve “olma” hâline geçtiklerinde ya gece ya gündüz olurlar. Henüz “olmadan” önce var olmayan bir vaattir; ne beyaz ne siyahtır, ne iyi ne kötü. Rüyalarda genellikle bu, birbirini yiyen iki belirsiz hayvan veya bir hayvanın diğerini yemesi gibi sembolize edilir. Bilinçdışı içeriklerin belirtisidir. Kuzey Lombardiya’da birbirini yiyen hayvan frizleri, 12. ve 13. yy. elyazmalarında birbirine dolanmış hayvan motifleri çoktur.


Zihnin başlangıçta bilinçdışı olduğundan ve dillerin kökeni, o dönemi ele verdiğinden bunu hâlâ bir şekilde hissedebilirsiniz. Az aydınlanmış bir zihinle siyah bir şey görürsünüz ama size beyaz gibi de gelebilir. Bazı ilkel toplumlarda aynı sözcük bu yüzden “beyaz” anlamına da “siyah” anlamına da gelebilir. Günlük hayatta da belirsiz tepkiler yaşarız; bir şey bizi alt üst eder, çelişik duygular yaratır. Diyelim ki hizmetçiniz değerli bir heykeli kırdı; çok kızar “Ah Cehennem!” veya “Tanrı!” diye bağırırsınız. “Tanrı” bu kullanımda ne anlama gelir? Hayrete, öfkeye, umutsuzluğa kapıldığınızda da aynı sözcük. İlkel, “Mulungu” diye bağırır, her türlü durumda. “Mana” gibi belirsiz kavramlar da var; Svahili dilinde “mana,” önem veya anlam demek. Bizim “Tanrı” sözcüğümüz de içinde zıtlıkları barındırır, büsbütün farklı durumlarda belirsizce kullanılır. “Mulungu” gibi çok güçlü bir şeyi ifade eder. Bilinçdışı hakkında düşünürken paradoksal düşünmeliyiz; sıkça hem evet hem hayır terimleriyle düşünmeliyiz. İyi olan bir şeyin kötü olabileceğini, kötü olanın da iyi olabileceğini akılda tutmalıyız. “İyi”yi daima görecelilik içinde düşünmeliyiz. Rüya yorumunda bu çok önemli bir ilkedir: Bilincinizin bakış açısına göre bir şey iyi ya da kötü olabilir. Başlangıçta “iyi” ve “kötü,” faydalı veya zararlı anlamına gelirdi. Örneğin bir şefe “iyi ve kötü nedir?” diye sorsanız, “Düşmanımın karısını ben alıyorsam bu iyidir, ama başka bir şef benim karımı alıyorsa bu kötüdür,” diyebilir. Bu, ahlaki olup olmamak değil, avantajlı veya dezavantajlı demektir. Batıl inanç daima “Bu bana uygun mu?” diye sorar. Zihin bu konuda çok duyarlıdır. Ahlaki kavram epey geç gelir. İlkelde, bizim “güzel” veya “iyi” dediğimiz birçok şeye o böyle bakmaz; sadece elverişli veya elverişsiz diye bakar: “Buna karşı davranışım beni incitir mi?”

Hubert ve Mauss’un Melanges d’histoire des religions adlı eserinde, mitolojik zihnin temel kavramlarının, Kant’ın “saf aklın kategorileri” dediği şeylere benzer “yaratıcı fantezi”nin tanınmış kategorileri olduğu belirtilir. Düşünce kategorileri, arketiplerin zihinsel uygulamalarıdır. Arketipler, zihinsel ya da psikolojik her şeyi ifade ettiğimiz ilkel kaplardır; kaçış yoktur.


İyileşme fikrinin (cure idea) gelişiminde rüya sahibi, bir ruhsal rehbere veya kurtarıcıya doğru ilerliyor. Böyle bir süreç, asla öğretmensiz, şifacısız, yol göstericisi olmadan geçilmez; eski erginlenme (initiation) törenlerindeki gibi hep bir izleyici, kılavuz vardır. Rüyada azizin “Papatheanon” olarak geçmesi ilginçtir; “baba”yla (father) ilişkili görünüyor. Eskiden “Baba” bir rehber sembolüydü; ama neden “Papa” değil de “Papatheanon” gibi bir sözcük? Hasta İtalyanca bilir, Yunanca ve Latince de bilir; “Papa/papas” ona “Papa”yı (Pope) düşündürebilir, mutlak Baba’yı. Attis kültü de, Roma’daki St. Peter Bazilikası’nın bulunduğu yerde tapınak kurmuştu; oranın başrahibine “Papas” denirdi, Vatikan’daki Papa’dan yüzyıllar önce. Hastanın paylaştığı, burada yer veremediğim bazı çağrışımlar, Yunanca formla bağlantı kuruyor. Böylece anlaşılıyor ki, bu Yunanca form, “patrik” ya da “papa” fikrini içeriyor. Rumence çağrışımını tam çıkaramadım ama üzerinde sınırsız vakit harcasaydım yapabilirdim. Hasta Rumence de konuşur, dolayısıyla o dilde de bir anlamı vardır. Yine de “aziz”in rehber, lider ve ruhsal danışman olduğu açıkça belli. Hasta, arketipsel bir duruma konuyor. Bir sonraki çağrışım, Lourdes gibi kutsal bir mekânda olduğu yönünde. Aziz adı anıldığında arkaik bir iyileşme öneriliyor. Ben Yukarı Nil’deyken çok sığ su çeken bir vapurla seyahat etmiştim; yanlarda vapuru dengede tutan mavnalar vardı. Mavnalardan birinde yatan bir Arap sıtma geçiriyordu; tüm gece boyunca “Allah!” diye sesleniyor, biraz durup tekrar “Allah!” diyordu. Bu da Tanrı’nın adını şifa için anmaktı. Eski bir Yunanca papirüste (Mithras kültüne atfedilen) inisiyasyon tarifi var; öğrenciye yüksek sesle Mithras adını bağırması söyleniyor. Bu, ritüelin çok önemli bir parçası. Bizim hastamız da Doğu’da seyahat etti, muhtemelen bilinçdışı bu şeyleri özümsedi. Sırt ağrısı (siyatik) çektiğini, sadece azizi anmanın yetersiz kalacağını düşünüyor. Doktor olmayan biri, bacak ağrısını sinirsel bir hastalıkla ilgisi yokmuş gibi görebilir; onun aklına “beyinle ilgili değilse nörolojik değildir” gelir. Siyatik fiziksel bir hastalık gibi görünür; onu iyileştirmek için de fiziksel bir şey gerekir, mesela denizde yıkanmak.


Bayan Müller: Siyatik ilerlemeyi de engelleyebilir, değil mi?


Dr. Jung: Evet, hastanın aklında siyatik fiziksel bir hastalık. Mekanik bozukluk gibi düşünülür, yürüyemez. Bazı gelişmeler gerçekleşemiyor. Bacak yaraları veya hastalıkları sıklıkla bu anlama gelir ve rüyalarda bu sembol kullanılır. Hastada demek ki bir durgunluk var; yalnızca zihinsel değil, bedensel bir sorun da var. Nedir bu fiziksel sorun?


Bayan Müller: Onun dış dünyayla ilişkisi?


Dr. Jung: Onu açar mısınız?


Bayan Sigg: Karısıyla ilişkisi yok.


Dr. Jung: Cinsel hayatındaki eksiklik, fizyolojik bir sorun. Karısıyla bedensel (seksüel) bir ilişkisi yok; ister adını “bez sorunu” koyun, karmaşık bir durum; fiziksel bir şey, onu denizde banyo yapmaya yönelten. Eve dönerken biri diyor ki “Zaten hacılardan biri iyileşmiş.” Buna dair çağrışım yaparak kalabalığın telkinine işaret ediyor: İçlerinden biri iyileşirse herkes için teşvik edicidir; rüya, analizinde zaten bir şeylerin olduğunu söylüyor. “Zaten sihrin etkisi altındasın” diyor. Bilinçdışı, onu böyle yönlendiriyor. Bu, çok değerli bir uyarı; birinin büyü veya çekim alanına girdiğini fark etmezse, bilinçsizce o kişinin etkisinde kalabilir. Analizde de hasta bunu bilmezse kendini kaybedebilir. İlkel insanlar “nazar”dan korkar. Onlara dikkatlice bakarsanız güvensiz olurlar. İlkel zihin, büyü veya tılsım altına girmekten hep çekinir. Yunan’da birine parmağınızı doğrultursanız, o iki parmakla karşılık verir; üç oldu mu büyü bozulur. Bizde de biriyle büyü etkisine girebiliriz, farkında olmadan. Çok kişide gördüm bunu. Genç bir kız danışanı, başka birinin fantezilerini kendi çıkarlarına aykırı şekilde yaşayacak hale geldi. “Bunu yapmak istiyor muydun?” diye sorduğumda, “Yapmam gerekiyordu sanmıştım,” diyordu. İlkel insanlar bilir, ama biz bilmeyiz. İnsan büyü altındayken bunu göremez. O atmosferden çıkınca, “Nasıl böyle düşündüm, nasıl böyle hissettim?” diye hayret eder. Sıkça aktarımlarda (transference) görülür; herkes fark eder, ama hasta asla anlamaz. Gayet alev almıştır, ama bunun bilincinde değildir. Çok kötü insanların etkisine de girebilirsiniz. Bu yüzden birçok rüya durumu ima eder; neler olduğunu bilelim diye. Aptalca görünse de çok önemlidir. Hastanın “etki altına” girdiğini bilmesi, yoksa sonradan keşfedip bunu “kötü” diye niteleyerek direnç geliştirmesi daha muhtemeldir. O zaman muazzam dirençler oluşur, eğer anlamamışsa.


Bazen bu tuhaf yollarla olur. Yüksek eğitimli, çok saygın, mantıklı bir genç kız bana analize gelmişti. Yürümeyince eve döndü. Sonra eski bir hastama “Dr. Jung’la analize devam edemedim; çünkü kendisi benimle cinsel olarak ilişkiye girdi,” demiş. Arkadaş sordu, “Nasıl yani?” Kız dedi ki “Rüyalarımda onunla cinsel deneyimler yaşıyordum.” Kendi cinsel fantezilerini kabul edemeyince, “O yaptı,” diyor.


(Kaynak: C.G. Jung, Dream Analysis: Notes of the Seminar Given in 1928-1930, Ed. William McGuire, Ders V – 20 Şubat 1929, sf. 125-136.)



Carl Gustav Jung ve psikolojisini eğlendirerek öğreten ve dünyada tek olan bir roman serisi olduğunu biliyor muydunuz? Daha fazla öğrenmek için lütfen tıklayınız. 


Büyük Sır Üstadı serisi 4 kitap birarada

Comments

Rated 0 out of 5 stars.
No ratings yet

Add a rating

Bu blog içeriği konusunda her türlü istek ve şikayetinizi aşağıdaki e-postaya yazabilirsiniz.

©2024 Bilinçdışı Yayınları A.Ş.

bottom of page