DERS III :Carl Jung Rüya Analizi Semineri-23 Ekim 1929
- Nazlı
- 25 Şub
- 13 dakikada okunur

Carl Jung Rüya Analizi Semineri
Seminar on Dream Analysis. C.G. Jung
DERS III – 23 Ekim 1929
Elimizde ele almamız gereken iki soru var. Birincisi, tamirci (mekanikçi) figürünün sezgi işlevini mi yoksa duygu işlevini mi temsil ettiği sorusu.
Bazen bir figürün hangi işlevi temsil ettiğini bilmek belli bir önem taşır, ancak bu rüyada öyle değil; çünkü rüya, işlevlerin spesifik sınıflandırılmasıyla değil, ahlaki sorunla ilgileniyor.
Rüya, ete (bedene) giden yol ile ruha (maneviyata) giden yol arasındaki önemli sorunu içeriyor; bu meselede hangi işlevlerin devreye girdiği büyük ölçüde önemsiz kalıyor.
Bu durumda tamirci 4 numaralı kişidir ve her ne kadar sayılar vurgulanmasa da, kuramsal olarak şöyle bir argüman öne sürülebilir (biraz keyfi ve zorlama görünse de): Bu adam bir “düşünce” (thinking) tipidir ve en az gelişmiş (inferior) işlevi “duygu” (feeling)’dur; “duyum” (sensation) ve “sezgi” (intuition) ise yardımcı işlevlerdir.
Şimdi, 4 numaralı kişi bir tür “deus ex machina” gibi ortaya çıktığına göre, bu figürün bilinçdışından yükseldiğinden emin olabiliriz.
Hiçbir yerden gelmiyor gibi aniden, kendiliğinden gelir.
Otonomdur; istediği gibi gelir, istediği gibi gider.
Bu da alt (yetersiz) işlevin özelliklerinden biridir.
Bilinç bununla ilgili hiçbir şey yapamaz.
Dolayısıyla tamirci, duygu işlevi olabilir.
Peki, bunun böyle olması gerektiğine dair başka bir işaretimiz var mı?
Dr. Harding: Kalbi bir araya getiren odur.
Dr. Jung: Evet, kalbin doktoru gibidir; çünkü mıknatısını (magneto) bir araya getiriyor. Duygu genellikle kalp ile simgelenir.
Ayrıca, alt işlevin ilk teslim bayrağını çekmesi (yola ilk boyun eğeni olması) en muhtemel durumdur.
Bireysel yolunda gerekli yoğunluğu, adanmışlığı ve cesareti sürdüremez.
Sanki kalbi onu yarı yolda bırakıyormuş gibidir.
İkinci soru şu: Neden bazı erkeklerin duygu işlevini geliştirme gerekliliği ile asla yüzleşmemesi mümkün oluyor? Mesela altmışını geçmiş, dışa dönük (ekstravert) bir düşünce tipi bir adam düşünüyorum; hâlâ kendi “formülü” içinde devam ediyor.
O kesinlikle kötü bir adam olmalı, hem de çok kötü!
Bu konuda ancak şöyle diyebiliriz: Bazı insanlar, hayatlarında en şaşırtıcı biçimde hata üstüne hata yapsalar bile, görünüşte hiçbir şey olmuyor gibi gözükebilir.
Fakat bir yerde mutlaka bir şey olur; belki ailesinde olur; şüphesiz çocukları acı çeker ve zararları ödemek zorunda kalırlar.
Bu durum, insan yaşamının tek başına bir şey olmadığı gerçeğiyle bağlantılıdır; o, bir soy ağacının parçasıdır.
Sürekli ataların yaşamını sürdürüyoruz, yüzyıllar öncesine uzanıyoruz; kim olduğunu bilmediğimiz ataların iştahlarını doyuruyoruz, onların içgüdülerini besliyoruz; bunları kendimize ait sanıyoruz ama aslında karakterimizle pek de uyuşmuyorlar.
Kendi hayatımızı yaşamıyoruz; atalarımızın borçlarını ödüyoruz.
Bu, “miras alınan günah” (inherited sin) dogmasıdır.
Dolayısıyla o adam da yüz yaşına kadar böyle hata yaparak devam etmesine izin verilen biri olabilir.
Ama aile geçmişine bakarsanız, görürsünüz.
Atalarımız hakkında çok az şey biliyoruz.
Bazen korkunç derecede tek yönlü ilerliyoruz; çünkü bu durum, yüzyıl ya da daha uzun süre önce yaşamış olan atalarımızın tarihi anlamda bir telafisi oluyor; her ne kadar onların yaşamıyla bizim yaşamımızın ilgisi yokmuş gibi düşünsek de.
Bu da ilkel toplumlardaki hayalet (ruhsal ata) inancına tekabül eder; bir şey olduğunda, “Bu, atalardan kalma bir ruh yüzündendir,” derler.
Afrika’dayken bu tür bir vaka gördüm.
Kampımıza yakın bir su birikintisinin olduğu yerde genç bir kadın septik düşük (septic abortion) geçirerek yere yığıldı, yüksek ateşle onu eve getirdiler.
Ne bana ne de kendi yerel hekimlerine—hayır, köyün kendi hekime bile değil—söylemek istemediler, bunun yerine başka bir köyden gelen bir yabancı şifacı (witch doctor) çağırdılar.
Büyük adam her zaman dışarıdadır!
O, köpek gibi koku alarak hayaletin izini sürmeye çalışıyor gibiydi.
Kulübenin (hut) etrafında daireler çizerek, giderek yaklaşarak ilerledi ve aniden durdu: “İşte burada!” dedi.
Bu, kızın büyükbabasıymış; çünkü anne-babası erken öldüğü için onunla yaşamış.
Bu hayalet diliyle, hayaletler ülkesinde canının sıkıldığını ve yalnız olduğunu, kızı da yanına istediğini söylüyormuş; bu yüzden gece patikadan gelip kızı almaya çalışmış ve kız bu nedenle hastalanmış.
Doktor, hayalet için bir ev inşa edilmesini emretti; onlar da kendi saz kulübelerinden farklı, taşlardan yapılma, gayet düzgün bir hayalet evi yaptılar. İçine bir yatak, yiyecek ve su koydular.
Bazen hasta kişinin küçük bir kil (çamur) heykelciğini de koyarlar ama bu kez koymadılar.
Sonraki gece hayalet gelip şöyle bakmış, “Burası çok güzelmiş,” demiş; içeri girip çok geç saate kadar orada uyumuş.
“Güneş doğmuş! Gitmeliyim,” demiş ve hayalet ülkesine aceleyle dönmüş, kızı geride bırakmış.
Nitekim kızın ateşi düştü ve üç gün içinde tamamen iyileşti.
Afrika’daki tuhaf şeyler!
Afrika hakkında abartılı hikâyeler anlatmak niyetinde değilim, ancak onlar her şeyi hayaletlerin (ata ruhlarının) eylemine bağlarlar ve bunun, atalara ait gerçeklerin üzerimizdeki müthiş etkisini mantıklı biçimde kabul etme şekilleri olduğunu görebilirsiniz.
O ilkel insanlar için bütün çocuklar ataların reenkarne olmuş hâlleridir ve ata isimleri verilir.
Çocuklara müdahale edilmez veya disipline edilmez; onlara sert davranılmaz, çünkü bu ataları gücendirir diye korkarlar; dolayısıyla ergenlik çağına kadar korkunç derecede rahatsızlık çıkarırlar. Ergenlik döneminde yeniden “doğarlar” ve insan olurlar.
O zaman, inisiasyonlarda (rite of passage) korkunç bir dönem geçirirler—bütün eğitimleri bir anda verilir.
Bu öyle sert olabilir ki tamamen ezilirler.
Ama ondan önce müdahale edilmez, çünkü aksi takdirde atalar gücenir, çocuklar hastalanır ve köy (kraal) hayaletli hâle gelirdi.
Dolayısıyla sözünü ettiğim adam da muhtemelen ebeveynlerinin hayatına bir telafi sağlıyordur.
İnsanlar korkunç şeyler yaparlar, ama aile geçmişine geri giderseniz anlarsınız.
Şimdi, rüyaya devam etmeden önce, sizden bir görev isteyeceğim.
Sembolizm (semboloji) üzerine biraz araştırma yapmanızı istiyorum.
Bu son rüyada çok tipik semboller ortaya çıkıyor—haçlar ve hilaller—Hristiyan ve İslami kalıntıları temsil ediyorlar.
Açıkça belli ki bu, iki zihniyet (tutum) biçimini işaret ediyor.
Hastanın böyle bir rüya görmesi, kendisi için kişisel olarak büyük önem taşıyor, ancak sembollerin kendileri kolektif açıdan büyük önem taşıyor.
Dolayısıyla bu, kıyaslamalı semboloji (comparative symbology) konusunda bir deneme yapmak için iyi bir fırsat.
İki grup oluşturmanızı istiyorum: biri haç, diğeri hilal üzerine tartışacak ve sonra bir rapor sunacak.
Haç sembolizmi üzerine bir Benediktin keşişi tarafından yazılmış üç ciltlik bir çalışma var, dolayısıyla elinizde epey malzeme var!
Ayrıca Hristiyanlık öncesi, ilkel ve tarih öncesi haçlara ve erken ve geç haç formlarının tarihine, ilkel süslemelere kadar inen gelişimine de bakmalısınız.
Ayrıca haçın mandalanın bir parçası olarak ele alınması konusunu düşünmelisiniz.
Aranızda Latince ve Yunanca bilen birisi olmalı, başka biri de araştırmanızın sonuçlarını bir araya getirecek bilimsel bir yaklaşıma sahip olmalı.
Eski Türk bayrağında hilal ve bir yıldız olduğunu hatırlayacaksınız.
Ve bazı Pön (Punic) mezarlarını—Roma kalıntılarının altındaki—kazdıklarında, MÖ yedinci ve sekizinci yüzyıllara ait mezar taşlarında aynı semboller bulundu.
Bu, İsviçre’nin Bern kentine benzetilebilir; orada kanton arması bir ayı taşır ve hâlâ bir çukurda ayılar beslerler—onların totem hayvanıdır. Eskiden buna “kötü bir etimolojik şaka, Bern için ayı (Bär)” denirdi, ama yakınlardaki eski Roma yerleşimini kazdıklarında, ayılarla çevrili bir Kelt tanrıçasının eksiksiz heykelinin bulunduğu bir tapınak buldular.
Dolayısıyla hilal ve yıldız, İştar, Astarte, Magna Mater (Küçük Asya’nın ana tanrıçası) ve Mısır tanrıçası İsis ile olduğu gibi İslam ile de bağlantılıdır.
Ayrıca İslam öncesi Sebe (Saba) astrolojik kültüyle de ilgilidir ki bu da bizi Babil tarihine götürür.
Bu tür bir bilgi, rüya yorumlama tekniğinde herhangi bir güvenceye sahip olmak için gereklidir.
Ayrıca bize, insan zihninin evrenselliğine dair en değerli izlenimlerden birini verir; bizim küçük zihinlerimiz arketipsel örüntülerin tekrarlarıdır.
Şimdi, rüya sahibimiz kendisinin yine Güney’de, Mısır’da olduğunu söyleyerek başlıyor. Önceki rüyada Kuzey’deydi.
Onun duygu işlevi çökmüştü, tamirci onu yeniden bir araya getirdi ve o, sessizce güney yolculuğuna devam etti.
Mrs. Sigg: Güney’e, doğduğu yere gitmek zorundaymış gibi görünüyor.
Dr. Jung: Evet, Afrika’ya gitmek onun için ruhani (spiritual) bir anlam taşıyor; oysa Kuzey duyumsal (sensual). Ve orada doğmuş biri için bunun böyle olması ilginç; çünkü kökeninin bulunduğu yer manevi bir yer.
Çin’de de Güney ruhsaldır, kuru, sıcak ve ışık saçan, Yang’dır; Kuzey ise Yin’dir, dişildir, maddeseldir ve karanlıktır.
Çin mistik fikri gerçekten Çin’in güneyinde doğmuştur.
Bu durum, insanın gerçekte ruhani bir varlık olduğu inancını temel alan bazı dogmatik öğretileri anımsatır; tıpkı Hristiyanlardaki “Bizim yurdumuz göklerdedir” fikri gibi.
Bu adamın doğduğu yer neden onun için manevi bir şey ifade ediyor?
Mrs. Fierz: Çünkü onun durumunda bu, beden olarak somut bir doğum değil, yeniden doğuş; yeni insanın bir sembolü.
Dr. Harding: Maddi olduğu kadar ruhani bir varlık da vardır.
Dr. Jung: Evet. Peki şimdi, neden bir kulübede bulunuyor? Onun hiçbir çağrışımı yok.
Bu, rüyalardaki o sıradan görünen durumlardan biridir ama çok önemlidir.
Mrs. Fierz: İsa da bir kulübede doğdu.
Öneri: Annenin evi (rahmi) içinde.
Dr. Jung: Evet, rahmin içinde, yeniden doğuşun yaşandığı bir yer.
Kulübe, son derece basit bir yerin sembolüdür.
O ülkede böyle kulübeler kare şeklindedir, hayal edebileceğiniz en sade barınaklardır; kıyaslanınca ahır bile konforlu kalır. Çoğu zaman hiç çatı bile yoktur, çünkü hiç yağmur yağmaz.
Bu durum, kutuyu, balığın karnını, Çin sembolizmindeki “kare ayaklı ev”i ve “kare inçlik ev”i akla getirir; bir keşişin hücresi gibi, tamamen çıplak, en yalın yerdir.
Aslında, burası erken dönem Hıristiyan münzevilerinin (anchorites) hücreleriyle oyulmuş kayaların bulunduğu bir ülke, dolayısıyla atmosferi özellikle çağrışımsal.
Şimdi, o evde bir timsah var. Onun çağrışımları, bunun insan öncesi, tarih öncesi zamanlardan kalma bir kalıntı olduğu yönünde; eski bir jeolojik döneme ait bir sürüngen, içinde ilkel düzeyde içgüdüsel bir şeyi simgeliyor.
Janet’in “parties inférieures des fonctions” diye adlandırdığı şeye (üst bölümler olan “parties supérieures”in karşıtı) işaret ediyor. Timsah, onun içgüdüsel doğasının “partie inferieure”üdür. (Janet’in Les Nevroses adlı kitabını okuyun, iyidir, satın alabileceğiniz bir kitap.) İyi örgütlenmiş kısım, ayrıştırılmış (diferansiye) kısım “partie supérieure”dür; belirli bir amaç için uygulanan işlevdir. Eğer “partie inferieure”ün işleyişinde bir bozukluk varsa, bu organik bir durum olur; mesela beyin hücrelerinde bir sorun gibi. “Partie supérieure”de bir lezyon varsa, o zaman psikojenik ve nevrotiktir. Örneğin, kişinin konuşabildiği ama anadilinde konuşamadığı histerik dilsizlik, lokalize afazi; ya da tuhaf bir şekilde sekerek yürümesi gibi yürüme bozukluğu. Atlar ve köpekler de histerik olabilir ve insanlarla aynı semptomları gösterebilir. Bir keresinde, toynaklarının yanları üzerinde çok doğallıktan uzak bir şekilde yürüyen bir kısrak görmüştüm. Evcilleştirilmiş tüm hayvanlarda histeri görülebilir.
Öyleyse bu timsah, hastamızın tüm içgüdüsel doğasının “partie inferieure”ünü simgeliyor.
Peki bu tür bir hayvandan, böyle bir yerde ortaya çıkmasını nasıl açıklarsınız? Coğrafi olarak, eskiden Nil’in kaynadığı bu bölgede şimdi pek timsah görülmez.
Mrs. Sawyer: Güney’de olduğunda içgüdüleri ortaya çıkıyor.
Dr. Jung: Doğru. Mekânın karakteri, eski bir ruhani nitelikle bağlantılıdır ve tam da orada en ilkel içgüdüler belirir.
Bir kilisenin bulunduğu yerde şeytan çok uzakta değildir.
Aziz niteliklere önem veren bir kişi, şeytanla da tuhaf bir yakın ilişkiye sahiptir.
Hiç kimse bir aziz kadar cehennemî rüyalar görmez; örneğin, Aziz Antonius’un vizyonları gibi.
İnsanın cehennemî ilişkileri olması için aziz olması gerekir. Bu, karşıtların çifti olan “enantiyodromia” yasasıdır.
Böyle bir yerde, insan bir tarafa çok güçlü tutunuyorsa, muazzam bir zıtlığın farkına varma eğilimindedir.
Örneğin, çok eski hayvansal içgüdülerin farkına varır ki bu oldukça korkutucu bir deneyimdir.
Miss Wolff: Kulübenin ruhani anlamının farkında mıydı?
Dr. Jung: Doğal olarak, beyaz bir adam olarak gerçekte böyle bir kulübeye pek girmezdi ama orada ruhani bir yönün de bulunduğunu biliyordu; sömürgelerde yaşayan bütün beyazlar gibi bölünmüş durumdadır.
Bir yandan olağanüstü pisliğin farkındasınızdır, öte yandan da mekânın olağanüstü bir niteliği olduğunu inkâr edemezsiniz.
Burada Koptik Hristiyanlığın çok ilginç sembolik kalıntılarını bulursunuz.
Bu anlam, onun için neredeyse bilinç düzeyindedir: “Les extrêmes se touchent.” Peki bu timsahı başka nasıl açıklardınız?
Mrs. Sigg: Mısır’da timsah çok kutsal bir hayvan değil miydi?
Dr. Jung: Evet, Yukarı Mısır’da. Bir timsah kültü vardı. Demek ki bu, kutsal bir sürüngen (saurian).
Mrs. Fierz: Kazana ulaşmadan önce, atalarının ruhlarının enkarnasyonu olarak totem hayvanını bulması gerekmiyor mu?
Dr. Jung: Totem hayvan, her zaman ilk, özgün atadır.
Bir sonraki kuşak, Yunan’daki Homerik kahramanlar gibi kahramansı hayvanlar veya yarı tanrılar olur.
Avustralya mitolojisinde de hayvanı, kahramanlar çağı izler; sonra insan gelir.
Dolayısıyla kökeninin olduğu yerde, ata hayvanıyla, kutsal timsahla karşılaşır. Şimdi spekülasyon yapmaya başlayabilirsiniz.
Mrs. Sigg: Bu, bir duygu bağlantısı olabilir mi? Bir şekilde doğayla bağlantı kurmalı.
Dr. Jung: Böyle bir kulübede olmak, bir münzevi (anchorite) gibi veya ruhani bir hayat yaşamaya çalışan herhangi bir aziz gibi tecrit edilmektir; ya da ilkel topluluklarda, ormanda ruhlar topluluğuna katılmak için bir süre yalnız kalmaya benzer.
Bütün bunlar, insanın ata ruhlarının (ghosts) farkına varması için tecrit edildiği arketipsel bir durumdur.
Kuzey Amerika Yerlileri arasında çarpıcı örnekler vardır.
Erkekliğe geçiş törenlerinden sonra, tek başlarına bir mağaraya ya da küçük bir çadıra gidip bütün gün orada oturarak oruç tutarlar.
Kimse onlarla konuşmaz; rüya görmeleri ve ruhlarla—özellikle hayvan biçimindeki ruhlarla—ilişkiye girmeleri beklenir.
Kuzey Kaliforniya’da bir çeşit maraton yarışı vardır; bir adam erkenden yola çıkar ve “Ateş Gölleri”ne (günbatımının ışığında ulaşıldığı için böyle denir) doğru dağda koşar.
Orası ıssız bir yerdir ve orada geceyi geçirmek zorundadır; sabahın erken saatinde gördüğü ilk hayvan onun totem hayvanıdır.
Eğer hayvan onunla konuşursa, o adam bir şifacı (medicine-man) olmak zorundadır.
Geri döndüğünde, yaşlılar onu aralarına alır ve hayvanlarla ilgili şarkılar söylerler; o, konuştuğu hayvanın şarkısını söylediklerinde kendini ele vermekten kaçınamaz.
Şifacı olmak istemediği için bunu gizlemeye çalışabilir, tehlikelidir bu; ama diyelim ki onunla konuşan bir kurbağsa, o şarkıyı söylediklerinde içini çekmeden duramaz ve böylece başına iş açılır.
Şimdi görüyoruz ki timsahın varlığı, ruhani bir kökenle ilgilidir ve bu da kulübenin ruhani olduğu sonucumuzu doğrular.
Ve görüyoruz ki bu, arketipsel bir durumdur; ilkel insana ait inisiyasyonlarda görülen ruhun mekânıdır.
Genellikle bu, ormanda ya da dağlarda bir hayalet-evi (ghost-house) olur ve çoğu zaman da üzerinde savaş esirlerinin—ritüel bir şekilde idam edilen—kanlı kafataslarının asılı olduğu bir direk (pole) bulunur; ritüel, herkesin esirin bedenine hançerini saplaması ve sonra sağlık büyüsü (health magic) için bıçağın ağzını yalamasından oluşur.
Bu, oldukça güçlendirici bir şeydir. Bizim komünyon (communion), kanın tadına bakma ve İsa direğin üzerindeyken mızrak saplama sahneleriyle kıyaslanabilir.
Yunancada haç (cross) kelimesi “direk” (pole) anlamına gelir; ilkel kurban, haç üzerinde asılıydı.
Ve eski bir Germen ritüelinde Odin, bir ağaca asılmış, mızrakla delinmiş olarak tasvir edilirdi.
Ruhların bu mekânında totem hayvanı görülür; bu, insanın başlangıcını simgeler.
İlkel topluluklarda her hayvan ruhani nitelik taşımaz, sadece “doktor hayvanlar” öyledir.
Sıradan tilkiler vardır ama onlardan biri garip davranışlar sergilerse veya normalde çok ürkek olan bir çakal bir köyde görünürse, yerliler “O bir doktor hayvan,” derler—ruhsal özelliklere sahip, beyaz fil gibi istisnai bir hayvan.
Öyleyse bu ruhsal yerde, atalara ait içgüdüler, fizyolojik yaşamın kaynağı mevcuttur ve burada neredeyse hiç ruhu olmayan soğukkanlı bir hayvanın içgüdüselliği bulunur. Hamburg Hayvanat Bahçesi’nden Hagenbeck, tüm hayvanlarla duygusal bir bağ (rapor) kurulabileceğini, sürüngenler hariç hepsiyle ilişkilenebileceğinizi söyler.
Sürüngenlerde psişik bir bağ basitçe sona erer.
Sıcak kanlı hayvanlarda, benzer bir psikoloji kalitesi vardır ki bu bağlantıyı mümkün kılar.
Maymunlarla insanlar arasındaki fark o kadar büyük değildir. Köhler, insansı maymunlar (anthropoid) üzerine yaptığı araştırmalarda, ilkel kabileler gibi ritüel danslar yaptıklarını gözlemlemiştir.
İlkel ormandaki maymunlar çok insansı bir niteliğe sahiptir.
Köpekler de çok insancıldır. Ama timsah insan erişiminin ötesindedir.
Bizim için bu yılanlar olurdu; çünkü bu bölgede timsahlar tarih öncesi bir konumdadır. Ejderha mitlerinde belki dinozorlardan söz ediliyordur.
Ne zaman bir yılan belirse, bizim içimizdeki içgüdüsel psikolojinin basitçe erişilemez bir parçasını, muazzam bir gücü, acımasız bir şeyi simgeler ve onunla uzlaşma yapamayız.
Kuzey mitlerinden biri, bir kahramanı soğuk ve güvenilmez olan yılan gözlerinden tanıyabileceğinizi söyler.
İnsandaki o yılanımsı şeyi etkileyemezsiniz ve bu onu ya kahraman ya da şifacı (medicine-man) yapar.
Doğu psikolojisinde yılan çok ruhsaldır, bilgelik hazinesini simgeler.
Yogiler, kendi psikolojilerinin o “yılanımsı” tarafıyla bağlantıda olduklarından, “yılan gözlü” insanları içgüdüsel olarak anlayabilirler.
Fakat “yılan gözleri” tabii ki olumsuz bir niteliği de ifade eder; ilkel büyücülerde (medicine-men) de gördüğünüz, bütünüyle insandışı bir şeydir bu.
Spencer ve Gillen’in kitabında bu tip bir adamın fotoğrafı vardır; tuhaf, dik dik bakan bir ifadesi vardır, yılanları büyüleyen, uğursuz bir göz.
Kahraman da benzer yapıdadır.
Kahraman, eskimiş derisini atıp yenisini alarak sürekli bir gençleşme sağlar; büyük ejderhayı, yani ölümü (Death) yenerek kendini tazeler.
Yılanın temsil ettiği bu insandışı nitelik, beynin alt merkezleri ve omurilik sistemine bağlantılıdır; fakirlerin (Hint fakirleri gibi) zaman zaman girebildiği bir bölgedir. Örneğin, kendi kanamalarını durdurabilme veya istedikleri an gözyaşı dökebilme becerisi (bazı aktrislerin yaptığı gibi)—işte bunlar yılan güçleridir.
Böylesine ürkütücü bir hayvan rüyada belirdiğinde, iradeyle (will-power) etkilenemeyecek bir şeyin bilinçdışından yükseldiğini anlarız.
Bu, asla kıvrılamayacak bir kader (fate) gibidir.
İlkel insan, kaybolmuş bir çocuk gibi mutsuzdur—ta ki onu bir totem hayvanla bütünleştiren bir rüya görene kadar.
O zaman Tanrı’nın çocuğu, gerçek bir insan olduğunu hisseder; belirgin bir kaderi vardır.
Rüyalarda böyle bir işaret çıktığında, şimdi bir eşik düzeyine ulaşıldığı, bir şeylerin olmak üzere olduğu anlaşılır.
Bir keresinde, hayatı dağılmış ve korkunç bir çalkantıya girmiş bir sanatçıyı tedavi ettim. Psikoza sürüklenmesinden endişeleniyordum.
Bir dizi memnuniyetsiz ve karışık rüyanın ardından, çok geniş bir ova gördüğü ve burada dağ gibi büyük köstebek yuvalarının ortaya çıktığı olağanüstü bir rüya gördü.
Yuvalar patlayıp içlerinden birtakım sürüngenler çıktı; dinozorlar ve benzeri yaratıklar.
Ben bunu, o adamın hayatında yeni bir dönemin başladığına dair işaret olarak aldım.
Nitekim öyle oldu; tamamen yeni bir yaratıcı tarzda çalışmaya başladı.
Hayatında ve sanatında son derece şaşırtıcı bir değişim yaşadı.
Eğitimi olmayan, sıradan bir ressamdı, fakat bu olaydan sonra okumaya başladı ve bütün bilgi dünyası adeta onun üzerine boşaldı.
Bu sembolü, hayatını artık keyfince düzenleyemeyecek olan başka kişilerde de gördüm. Bazen bu tehdit edici bir sembol olabilir.
Hayatla oyun oynayan biri için, bundan sonra iş ciddidir.
Bu tür hayvanlar, ancak “yılan oynatıcıları, büyücüler veya şifacılar” (medicine-men) gibi üst düzeyde demonik insanlar tarafından etkilenebilir.
Fakat böyle biri, gücünün bedelini de öder. Kendi büyüsünün acısını en çok kendisi çeker; bir şifacı (medicine-man) olmak cehennemi işkencelerden geçmeyi gerektirir.
Örneğin Eskimolar, bu kişileri ayaklarından asar veya buzlu suda neredeyse deliye dönene kadar tutarlar.
Bu tür şok dizisi, kolektif bilinçdışının her yönden içeri girmesine yarayan delikler açar.
Bir adam, aşağılardan gelen bu saldırıya dayanabildiği sürece, diğer insanları etkileyebilir; kabile üyeleri üzerinde neredeyse hipnotik bir etkiye sahip olabilir.
Dolayısıyla bu örnekte timsah, ciddi bir şeylerin olmak üzere olduğunu anlatır.
Rüya sahibi, son derece ilkel ve “başlangıçsal” (primordial) bir şeye dokunmaktadır.
Ardından, en küçük oğul kazan (kettle) içindeki eski eşyaları getirir. En küçük oğulun çağrışımı, “yenilenmiş benlik” (rejuvenated self), geleceğin umududur.
Yani karısı bir oğul doğurduğunda, aslında kocasını (rüya sahibini) doğurmuş olur.
Hristiyan takviminde, yeni doğanların veya yeni vaftiz edilmiş olanların günü olarak ünlü bir gün vardır: Quasi modo geniti (“yeni doğmuş gibi”).
En küçük oğul, rüya sahibinin gelecekteki hâlidir; timsahın oğlu, Tanrı’nın çocuğudur.
Rüya sahibinin sezgisel öngörüsü, içinde pek çok eski eşyanın bulunduğu bu kazanı ona getirir.
Kazan (cauldron), Keltlere özgü bir semboldür; simyadaki pota (crucible) veya imbik (alembik) görevini görür, aynı zamanda rahmi, “günahın kabı”nı simgeler.
Britanya Müzesi’ndeki Gnostik taşlar arasında, “günahın kabı”nı, yani her iki yanında bağ dokuları görünen rahmi temsil eden bir amphora vardır.
Bu, dönüşüm kabıdır; Nikodimos’un girmeyi istemediği annesinin rahmidir: “İnsan annesinin rahmine ikinci kez girebilir mi?”
Aynı zamanda, şarabın suyla karıştırıldığı kraterdir (büyük karıştırma kabı).
Bir Krater adlı gizemli (mistik) bir topluluk olduğunu düşünüyoruz; çünkü simyacı Zosimos’un bir hanıma yazdığı mektupta, yeniden doğmak için “Krater”e gitmesini tavsiye eder.
Modern dile çevirirsek: “Daha iyi bir tutum kazanabilmen için biraz analizden geçmeni öneririm.”
Bugün Roma’daki San Pietro Bazilikası’nın bulunduğu yerde, Attis kültü taurobolium denen töreni kutlardı.
İnisiyeler (bir tür aday) yeraltına açılan bir kazanın (ya da çukurun) içine konurdu; üzerine ızgara benzeri bir parmaklık yerleştirilir ve orada bir boğa kurban edilirdi. Hayvanın kanı, kurbanın üzerine akardı.
Sonra o kişi çıkarılır, yıkanır, beyaz kıyafetler giydirilir ve sekiz gün boyunca sütle beslenirdi; çünkü bebek sayılırdı, kendi “en küçük oğlu”ydu.
Yüksek rahibe (başrahibe) o zaman Papas diye anılırdı; bugün “Papa” (Papa/Pope) olarak bildiğimiz.
Dr. Draper: Kazan bazen arzu edilmeyen bir şeyi de temsil eder mi? Macbeth’te kötülüğe işaret ediyor gibi.
Dr. Jung: Olumlu semboller, her zaman tersine de çevrilebilir.
Yaşamı yaratan rahim, ölümü de yaratabilir.
Bir vakada ak büyüdür (white magic), başka bir vakada kara büyü (black magic).
Kutsal ayin (mass), dünyevi iktidar için de kullanılabilir, insanın manevi besini için de.
Kara yol korkunç kötülükler işler; beyaz yolsa kurtuluşu (salvation) sağlar.
İlkel insanlar, bir hastayı iyileştirmek için tapınağa çamurdan bir heykel veya resim koyarlar ama aynı yöntemle hastalandırmak da mümkündür.
Bu, ilkel insanın fotoğrafının çekilmesinden hoşlanmamasını açıklar; bunu kara büyü zanneder, ruhunun bir parçasının kara bir kutuya alındığını düşünür.
Dolayısıyla kazanda ne pişirdiğiniz ve onu hangi tutumla yaptığınız önemlidir.
Kara büyü törenlerinde bile kullanılıyor olsa, kazanın üzerinde kutsal isimler yazılı olduğunu görebilirsiniz.
Kazan, büyülü rahimdir; bu örnekte olağanüstü bir zıtlığı bir araya getirir: coincidentia oppositorum (karşıtların birleşimi).
İnsan hayatında, en büyük korkuyu yaratan şeyin aynı zamanda en büyük bilgelik kaynağı olması gibi kafa karıştırıcı bir durum vardır.
İnsanın en büyük aptallığı, en büyük sıçrama taşı da olabilir.
Hiç kimse, berbat bir aptal olmadan bilge olamaz.
Hakikati Eros yoluyla öğreniriz; erdemi ise günahlar yoluyla öğreniriz.
Meister Eckhart, insanın günahından fazla pişmanlık duymaması gerektiğini, günahın değerinin çok büyük olduğunu söyler.
Anatole France’ın Thais’inde de sadece büyük bir günahkârın büyük bir aziz olabileceği anlatılır; biri olmadan diğeri olamaz.
Peki insan bu korkunç paradoksla nasıl baş eder?
“Gidip günah işleyeyim de sonra aziz olayım” veya “Bilge biri olabilmek için aptallık edeyim” diyemezsiniz.
Tam bir açmazla (impasse) karşı karşıya kaldığınızda ne yapacağınız sorusudur bu.
İşte rüya der ki: Kazada (cauldron) şeyler birlikte pişer; birbirine yabancı, uzlaşmaz görünen unsurlardan yeni bir şey doğar.
Bu, açıkça paradoksa, o imkânsız açmaza verilen yanıttır.
Kaynak: C.G. Jung, Dream Analysis Seminar, s. 319-329
Carl Gustav Jung ve psikolojisini eğlendirerek öğreten ve dünyada tek olan bir roman serisi olduğunu biliyor muydunuz? Daha fazla öğrenmek için lütfen tıklayınız.

Comments