Please Enable JavaScript in your Browser to Visit this Site.

top of page

Carl Jung - Yaşamın Evreleri


Carl Jung - Yaşamın Evreleri

Carl Jung “Yaşamın Evreleri”

“Yaşamın Evreleri” Caspar David Friedrich tarafından


“İçimizde bir şey çocuk kalmayı, bilinçsiz olmayı ya da en fazla yalnızca egonun farkında olmayı ister; tuhaf olan her şeyi reddetmeyi ya da onu irademize tâbi kılmayı; hiçbir şey yapmamayı ya da kendi haz veya güç arzumuzu tatmin etmeyi ister.”

— Carl Jung, The Structures & Dynamics of the Psyche


Carl Jung’a göre insanların özerk, doyumlu ve nihayetinde mutlu olmalarını engelleyen şey, kendilerini yeni ve alışılmadık deneyimlere açmayı reddetmeleridir; bu deneyimler benlik duygusunu potansiyel olarak tehdit edebilir. Çocukluktan ergenliğe, oradan yetişkinliğe geçtiğimizde, doğa bizi bilinç dünyasına—yani kültüre—terk eder. Böylece “çocuksu bilinçsizliğe ve doğaya duyulan güvene veda etmek” zorunda kalırız. Sonra şu soru ortaya çıkar: “Bu tuhaf yeni dünyada ben nasıl biri olacağım?” Her birimiz bununla yüzleşmek zorundayız.


Jung, bu ikilemi İncil’deki Âdem’in düşüşüne benzetir. Düşüşten önce, Bahçe’deki hayat güvenli, masum, saf, karmaşık olmayan ve mutlu bir haldeydi. Ancak yasak meyveden iştahlı bir ısırık alındığında iyi ve kötünün bilgisi belirdi ve bununla birlikte güvenli olmaktan çok tehlikeli, bilinçsiz olmaktan çok bilinçli, kesin olmaktan çok şüpheli, saf olmaktan çok kirli bir dünyaya iniş başladı. Jung, “İncil’deki insanın düşüşü, bilincin şafağını bir lanet olarak sunar,” diye yazmıştır.


Jung’a göre insanlar güvenli, karmaşık olmayan, tanıdık ve birçok bakımdan değişmez bir hayat arzu eder. Ancak böyle bir yaşam eninde sonunda daraltıcıdır: öğrenme ve gelişme imkânını—dolayısıyla “daha geniş ve daha yüksek bir bilinç” geliştirme fırsatını—ortadan kaldırır.


İlginç olan şu ki “doğa, daha yüksek bir bilinç düzeyiyle hiçbir şekilde ilgilenmez” ve toplum da “psişenin bu başarılarını çok fazla değerli bulmaz; ödüller her zaman bir başarım için verilir, kişilik için değil; üstelik kişilik çoğunlukla ölümden sonra takdir görür.” Böylece birey, nasıl bir varoluş sürdüreceğine ve hayatın belirsiz sularına gitgide daha derinlemesine dalarak tüm bunlara dair daha zengin bir perspektif kazanıp kazanmayacağına tek başına karar vermek zorunda kalır.


Aşağıdaki pasajlar bu noktaları geliştirir. Bunlar, Jung’un “Stages of Life” başlıklı makalesinden alıntılanmış olup The Portable Jung, Joseph Campbell (1976) tarafından derlenmiş, s. 4-5, 9-12’den alınmıştır.

— Tim Ruggiero


"Eğer psişik yaşam yalnızca apaçık gerçeklerden oluşsaydı—ki bu ilkel düzeyde hâlâ böyledir—kendimizi güçlü bir empirizmle yetinecek şekilde tatmin edebilirdik. Ne var ki uygar insanın psişik yaşamı sorunlarla doludur; onu sorunlar haricinde düşünmemiz bile mümkün değildir. Psişik süreçlerimiz büyük ölçüde yansımalar, şüpheler ve deneylerden oluşur; tüm bunlar ilkel insanın bilinçsiz, içgüdüsel zihnine neredeyse tamamen yabancıdır.


Sorunların varlığı için bilincin gelişimine teşekkür etmemiz gerekir... Bilinci yaratan tam da insanın içgüdüden uzaklaşması—kendini içgüdüye karşı konumlandırmasıdır. İçgüdü doğadır ve doğayı sürdürmeye çalışır; oysa bilinç ancak kültürü veya kültürün reddini arayabilir. Rousseauvari bir özlemle doğaya geri döndüğümüzde bile doğayı ‘kültürleştiririz.’ Doğaya gömülü olduğumuz müddetçe bilinçsizizdir ve sorun tanımayan içgüdünün güvencesinde yaşarız.


İçimizde hâlâ doğaya ait olan her şey bir sorundan kaçınır, çünkü sorunun adı şüphedir; şüphenin egemen olduğu yerde belirsizlik ve farklı yolların ihtimali vardır. Birden fazla yol mümkün göründüğü anda içgüdünün kesin rehberliğinden sapmış ve korkuya teslim edilmiş oluruz. Çünkü doğanın çocukları için her zaman yaptığı şeyi—yani kesin, sorgulanamaz ve tartışmasız kararlar vermeyi—artık bilinç üstlenmek zorundadır. İşte burada, fazlasıyla insani bir korkuya kapılırız: Prometheusvari fethimiz olan bilincin, sonuçta bize doğa kadar iyi hizmet edemeyeceği korkusudur bu.


"Böylece sorunlar bizi doğa tarafından terk edilmiş, yetim ve yalıtılmış bir duruma çeker ve bizi bilince doğru sürükler. Başka bir seçeneğimiz kalmamıştır; daha önce kendimizi doğal oluşlara emanet ederken şimdi bilinçli kararlara ve çözümlere başvurmak zorundayızdır. Bu nedenle her sorun, bilinci genişletme olasılığını beraberinde getirir; ancak aynı zamanda çocukça bilinçsizliğe ve doğaya duyulan güvene veda etme zorunluluğunu da beraberinde getirir. Bu zorunluluk, öyle önemli bir psişik gerçektir ki, Hıristiyan dininin en temel simgesel öğretilerinden birini oluşturur."


“Bu, sadece doğal insanın, yani cennetteki elmayı yemekle trajik serüveni başlayan bilinçsiz ve saf varlığın kurban edilişidir. Kutsal Kitap’taki insanın düşüşü, bilincin şafağını bir lanet olarak sunar. Gerçekte de, bizi daha fazla bilince zorlayan ve bilinçsiz çocukluk cennetinden bizi daha da ayıran her soruna ilkin bu gözle bakarız. Hepimiz, sorunlarımızdan seve seve yüz çeviririz; mümkünse söz edilmemelerini isteriz, hatta daha da iyisi, varlıklarını inkâr ederiz.


Hayatımızı sade, kesin ve pürüzsüz kılmak isteriz; bu yüzden sorunlar tabudur. Kesinlikler olsun, şüpheler olmasın — sonuçlar olsun, deneyler olmasın isteriz — oysa kesinliklerin ancak şüpheyle, sonuçların ise ancak deneyle ortaya çıkabileceğini bile görmeyiz. Bir sorunu ustaca inkâr etmek, ikna edici bir kanaat oluşturmaz; tam tersine, ihtiyaç duyduğumuz kesinliği ve açıklığı bize verecek daha geniş ve daha yüksek bir bilince gereksinim vardır…


“Ne zaman sorunlarla yüzleşmemiz gerekse, içgüdüsel olarak bizi karanlık ve belirsizlik içinden geçirecek yolu denemeye direnç gösteririz. Yalnızca kesin sonuçlar duymak isteriz ve bu sonuçların, ancak karanlığa adım atıp oradan yeniden çıktığımızda elde edilebileceğini bütünüyle unuturuz. Fakat karanlığı delip geçmek için, bilincin sunabileceği tüm aydınlanma güçlerini seferber etmemiz gerekir; daha önce de söylediğim gibi, hatta spekülasyonlarda bulunmaya bile girişmeliyiz…


“Hepimiz, gençlik döneminde ortaya çıkan sorunların kaynaklarına aşinayızdır. Çoğu insan için hayatın talepleri, çocukluk rüyasını acımasızca sona erdirir. Eğer birey yeterince iyi hazırlanmışsa, bir mesleğe veya kariyere geçiş sorunsuz gerçekleşebilir. Ama gerçeklikle çelişen yanılsamalara tutunuyorsa, o zaman sorunlar kaçınılmaz biçimde ortaya çıkar.


Hiç kimse belli kabuller yapmadan hayata adım atamaz ve bazen bu kabuller yanlıştır — yani içine atıldığı koşullara uymazlar. Çoğu zaman bu, abartılı beklentilerin, zorlukları hafife almanın, haksız iyimserliğin veya olumsuz bir tutumun meselesidir. İlk bilinçli sorunlara yol açan bu yanlış kabullerin hayli uzun bir listesini yapmak mümkündür.


“Ama her zaman öznel kabullerle dışsal gerçekler arasındaki çelişki değildir sorunları doğuran; aynı sıklıkla içsel, psişik güçlükler de olabilir. Dış dünyada işler yolunda gitse bile bu sorunlar var olabilir. Çoğu zaman cinsel içgüdünün neden olduğu psişik dengenin bozulması söz konusudur; yine sıklıkla, katlanılmaz bir duyarlılıktan doğan aşağılık duygusu da buna eşlik eder.”


“Bu iç çatışmalar, dış dünyaya uyum görünürde hiçbir çaba olmaksızın sağlandığında bile var olabilir. Hatta, varoluş için zorlu bir mücadele vermiş gençlerin iç sorunlardan uzak kaldıkları, buna karşın bir şekilde uyum sağlamakta güçlük çekmeyenlerin cinsel sorunlara veya üstünlük duygusundan kaynaklanan çatışmalara yakalandıkları bile görülür…


“İçimizde bir şey çocuk kalmayı, bilinçsiz olmayı ya da en fazla yalnızca egonun bilincinde olmayı; tuhaf olan her şeyi reddetmeyi, ya da onu irademize tâbi kılmayı; hiçbir şey yapmamayı ya da kendi haz veya güç arzumuzu tatmin etmeyi ister. Bütün bunların içinde, maddenin ataleti gibi bir yön vardır; bu, bilincin kapsamı ikicilik (dualist) evresininkinden daha küçük, daha dar ve daha bencil olan önceki hâlde ısrar etmedir. Çünkü burada birey, farklı ve tuhaf olanı hayatının bir parçası — bir çeşit ‘ben-de’ — olarak tanımak ve kabul etmek zorunluluğuyla karşı karşıyadır.


“İkicilik evresinin özelliği, hayat ufkunun genişlemesidir ve tam da bu genişlemeye şiddetle direnilir. Kuşkusuz, bu genişleme — Goethe’nin deyimiyle ‘diyastol’ — bundan çok daha önce başlamıştır. Doğumda, çocuk annenin bedeninin dar mahkûmiyetinden kurtulduğunda başlar; ondan sonra da bireyin buna karşı mücadele etmeye başladığı o sorunlu hâle, yani zirve noktasına ulaşana dek sürekli artar.


“Peki, kişi kendini doğası yabancı görünen bu ‘ben-de’ye dönüştürüp önceki egoyu geçmişte bırakırsa ona ne olur? Bunun oldukça pratik bir yol olduğunu düşünebiliriz. Dinsel eğitimin amacı — eski Âdem’i terk etme öğüdünden ilkel ırkların yeniden doğuş ritüellerine kadar — insanı yeni, gelecekteki insana dönüştürmek ve eskiyi ölmeye bırakmaktır.


“Psikoloji bize, belli bir anlamda psişede eski olan hiçbir şeyin bulunmadığını; gerçekten, nihai olarak ölebilecek hiçbir şeyin olmadığını öğretir. Pavlus’un bedeninde bile bir diken kalmıştır. Kendini yeni ve tuhaf olana karşı koruyup geçmişe geri dönen kimse, kendini yeniyle özdeşleştirip geçmişten kaçan adamla aynı nevrotik duruma düşer.


“Tek fark, birinin kendini geçmişten yabancılaştırması, diğerinin ise gelecekten yabancılaşmasıdır. İlke olarak ikisi de aynı şeyi yapmaktadır: Karşıtlıkların gerilimi içinde onu parçalamak ve daha geniş ve daha yüksek bir bilinç hâli inşa etmek yerine, dar bilinç alanlarını pekiştirmektedirler…


“Hayattaki ciddi sorunlar… asla tam olarak çözülmez. Eğer bir gün çözülmüş gibi görünürlerse, bu mutlaka bir şeylerin yitirilmiş olduğunun kesin işaretidir. Bir sorunun anlamı ve amacı, onun çözümünde değil, üzerinde durmaksızın çalışmamızda yatar gibi görünmektedir. Bizi körelmekten ve taşlaşmaktan yalnızca bu korur. Gençlik sorunlarının, elde edilebilir olanla kendimizi sınırlayarak çözülmesi de ancak geçici olarak geçerlidir ve daha derin bir anlamda kalıcı değildir.


“Elbette, toplumda kendine bir yer edinmek ve doğasını bu tür bir varoluşa az çok uyacak şekilde dönüştürmek her durumda azımsanmayacak bir başarıdır. Bu, hem kişinin kendi içinde hem de dışında verilen bir mücadeledir ve çocuğun ego için verdiği kavgaya benzer. Bu kavga çoğu zaman gözlemlenmez, çünkü karanlıkta gerçekleşir; ama sonraki yıllarda ne kadar inatçı bir şekilde çocukça yanılsamalara ve varsayımlara, bencil alışkanlıklara hâlâ tutunulduğunu gördüğümüzde, bunları biçimlendirmek için ne kadar enerji gerektiğine dair biraz fikir edinebiliriz…


“Hayatın ortalarına ne kadar yaklaşırsak ve kişisel tutumlarımız ile toplumsal konumlarımızda ne kadar sağlam bir şekilde yerleşmeyi başardıysak, doğru yolu, doğru idealleri ve davranış ilkelerini bulmuşuz gibi görünür. Bu nedenle onların sonsuza dek geçerli olduğunu varsayar ve onlara değişmez şekilde sarılmayı erdem sayarız. Toplumsal amaca ulaşmanın ancak kişiliğin azalması pahasına gerçekleştiği gerçeğini göz ardı ederiz. Yaşanması gereken, fakat fazlasıyla çok sayıda yönü olan hayatın pek çok boyutu tozlu anılar arasında unutulup gider; fakat bazen de bu unutulmuş şeylerin gri küller altında hâlâ kor gibi yandığı olur.”




Carl Gustav Jung ve psikolojisini eğlendirerek öğreten ve dünyada tek olan bir roman serisi olduğunu biliyor muydunuz? Daha fazla öğrenmek için lütfen tıklayınız. 



Büyük Sır Üstadı serisi 4 kitap birarada


Commentaires

Noté 0 étoile sur 5.
Pas encore de note

Ajouter une note

Bu blog içeriği konusunda her türlü istek ve şikayetinizi aşağıdaki e-postaya yazabilirsiniz.

©2024 Bilinçdışı Yayınları A.Ş.

bottom of page