Please Enable JavaScript in your Browser to Visit this Site.

top of page

Carl Jung ve Rüya: Bilinçdışına Açılan Kapılar


Carl Jung ve Rüya: Bilinçdışına Açılan Kapılar

Freud diyor ki, rüya yorumu bilinçdışına açılan ana yoldur.

C. G. Jung’un Toplu Eserleri, Cilt 7: Analitik Psikoloji Üzerine İki Makale


Rüya, ruhun gelip geçici ve önemsiz gibi görünen ürünü, ancak ancak modern zamanlarda bu kadar derin bir aşağılama ile karşılanmıştır.

Eskiden, kaderin habercisi, uğursuzluk ve teselli getiren, tanrıların mesajcısı olarak değer görürdü.

Şimdi, onu, bilinçli zihnin gizlediği sırları ortaya çıkarmakla görevli bilinçdışı temsilcisi olarak görüyoruz ve bunu şaşırtıcı bir tamlıkla yapıyor.

—Carl Jung, CW 7, Para 21


Freud’un da dediği gibi, rüya yorumu bilinçdışına açılan ana yoldur.

O, en derin kişisel sırların kapısına doğrudan götürür ve bu nedenle ruhun doktoru ve eğitimcisi elinde paha biçilmez bir araçtır.

—Carl Jung, CW 7, Para 25


Rüya, görünüşte çok aptalca detaylarla meşgul olabilmektedir; bu da saçmalık izlenimi verir ya da yüzeyde o kadar anlaşılmazdır ki bizi tamamen şaşkına çevirir.

Bu nedenle, sabırlı çalışma yoluyla karmaşık ağı çözmeye ciddiyetle girişmeden önce her zaman belirli bir direnç aşmamız gerekir.

Ancak sonunda, gerçek anlamına ulaştığımızda, kendimizi rüya görenin sırlarında derinlerde buluruz ve şaşkınlıkla fark ederiz ki, görünüşte oldukça anlamsız bir rüya en yüksek derecede anlamlıdır ve aslında yalnızca önemli ve ciddi meselelerden bahseder.

Bu keşif, rüyaların bir anlamı olduğu yönündeki sözde batıl inanca, çağımızın rasyonalist havasının bugüne kadar yetersiz bıraktığı daha fazla saygı duyulmasını zorunlu kılar.

—Carl Jung, CW 7, Para 24


Ben, rüya imgelerini gerçek nesnelerle eşitleyen her yorumu, nesnel düzeyde bir yorumlama olarak adlandırıyorum.

Bunun aksine, rüyadaki her bir parçayı ve içindeki tüm aktörleri rüya görenin kendisine geri gönderen yorumu subjektif düzeyde yorumlama olarak adlandırıyorum.

—Carl Jung, CW 7, Para 130


Kağıt üzerinde, bir rüyanın yorumu keyfi, karmakarışık ve sahte görünebilir; ancak gerçek hayatta, bu, eşi benzeri görülmemiş gerçekçilikte küçük bir dram olabilir.

Bir rüyayı ve onun yorumunu deneyimlemek, kağıt üzerinde ılık bir tekrarı elde etmekten çok farklıdır.

Bu psikolojinin derin anlamda her şey deneyimdir; en soyut havalar takındığı yerlerde bile tüm teori, doğrudan deneyimlenmiş bir şeyin sonucudur.

—Carl Jung, CW 7, Para 199


Rüyaların Doğası Üzerine


Giriş

Jung’un rüyalar üzerine çalışmalarım, C.G. Jung’un Toplu Eserleri (bundan sonra kısaca CW) içindeki rüyalarla ilgili tüm makaleleri çıkarmamla başladı.

Rüya kelimesini başlıkta açıkça belirten tüm makaleler kapsamlı bir şekilde tarandı (her ne kadar Jung’un rüyalara dair referansları ve tartışmaları, CW’nin sayısız diğer yazısına da yayılmış olsa da).

CW’nin Genel Dizini, Jung’un rüyalar üzerine yazılarıyla ilgili neredeyse her kayda dair uzun, sınıflandırılmış bir dizin sunar (Bkz. [1], s. 220–232).

Bir önsöz de dahil olmak üzere, toplam on bir makale, CW’nin 20 cildinden 6’sında dağılmıştır; cilt numarasına göre artan sırayla şu şekilde listelenmiştir:

Cilt 2: İlişkilendirme, Rüya ve Histerik Semptom (1904/1910)

Cilt 4: Rüyaların Analizi (1909)

Rüya Sayılarının Önemi (1910)

Morton Prince, “Rüyaların Mekanizması ve Yorumu”: Eleştirel Bir İnceleme (1911)

Cilt 8: Rüya Psikolojisinin Genel Yönleri (1916/1948)

Rüyaların Doğası Üzerine (1945/1948)

Cilt 12: Alşimiyle İlişkili Bireysel Rüya Sembolizmi (1936)

Cilt 16: Rüya Yorumu Pratik Kullanımı (1934)

Cilt 18: Rüyaların Sembolleri ve Yorumu (1961)

Sigmund Freud: Rüyalar Üzerine (1901)

Fierz-David’e Önsöz: Poliphilo’nun Rüyası (1946)

Bu makaleler arasında, muhtemelen en temsil edici olan üç tanesi şunlardır: “İlişkilendirme, Rüya ve Histerik Semptom”, “Rüyaların Doğası Üzerine” ve “Rüyaların Sembolleri ve Yorumu”.

Bu eserlerden her biri, Jung’un rüya yorumlama teorisinin ve pratiğinin üç ana gelişim evresini özetler.

“İlişkilendirme, Rüya ve Histerik Semptom” [2], Jung’un teorisinin ilk evresini vurgular.

Bu evrede, Jung, Freud’un rüya yorumlamasının arzu bastırma ve cinsellik temelli teorisini güçlü bir şekilde destekleyici ve savunucusuydu.

“Rüyaların Doğası Üzerine” [3], “Rüya Psikolojisinin Genel Yönleri” [4] ile ve “Rüya Yorumu Pratik Kullanımı” [5] ile tamamlanır; bu evre, Jung’un rüyalar konusundaki kendi teorisinin, uyanık yaşamın telafi edici katarsisi olarak olgunlaşmaya başladığını gösterir.

Jung’un, 1916’da “Rüya Psikolojisinin Genel Yönleri”nin ilk versiyonunun yayımlandığı yıl ile 1950’lerin sonları arasındaki uzun dönemi kapsayan bu teorik konum değişimi, ikinci evreden üçüncü veya son evreye uzanır.

Üçüncü evreyi temsil eden “Rüyaların Sembolleri ve Yorumu” [6] ise, telafi teorisine yönelik açık, akışkan ve pragmatik bir tutum sergiler.

Üçüncü evrede, Jung, telafi teorisinin, ne kadar umut vaat ediyor görünse de, üzerine inşa edilebilecek ve daha fazla bilimsel olarak araştırılabilecek sadece önerilen bir hipotez olduğunu sonucuna varır.


2. Freud ile Dayanışma

Jung’un Freud’a olan bağlılığı ve onunla ilgili görüşlerinin tonu, Jung’un anı kitabı Memories, Dreams and Reflections (MDR) [7]’de bir nebze yumuşar.

Jung’un Freud’un teorisine olan ilgisi, rüyalar üzerine erken makalelerinde daha güçlü ifade edilir.

Jung’un, en erken yayımlanan rüya makalesi olan “Sigmund Freud: Rüyalar Üzerine” [8], temelde Freud’un mihenk taşı niteliğindeki eseri Rüyaların Yorumu’nun [9] bir özetidir.

Jung, eserin merkezi kavramını, rüyaların açık içeriği ile gizli içeriği arasındaki farkı belirterek yeniden anlatır.

Freud’un rüya çalışması, açık ve gizli fikirler arasındaki kopukluğu “nispeten birleşik bir rüya imgesine” ([8], para. 844) kadar genişletir.

Freud’dan kişisel ve akademik anlamda uzaklaştıktan sonra, Jung, gizli içeriğin saklanması gerektiği varsayımının altında yatan sahte yüzeysel yapıyı açıkça sorgular.


İlk başta Jung [8], rüyaların üç sınıfa ayrılması konusunda Freud ile aynı hizaya gelir:

(1) Kamuflajlanmamış biçimde bastırılmamış bir arzu (bebek tipi);

(2) Bastırılmış bir arzunun kamuflajlanmış biçimde gerçekleşmesi (çoğu rüya bu türe aittir); ve

(3) Bastırılmış bir arzunun kamuflajlanmamış biçimde gerçekleşmesi (genellikle korkuyla birlikte olur).

Rüyaların genel amacı veya işlevine gelince, Jung, Freud ile hemfikir olarak kısaca şöyle ifade eder:

Rüyalar, uykunun korunmasının bir örtüsüdür ve “uyku koruyucusu”dur.

—[8], para. 866–868


Jung, “Rüyaların Analizi” [10] adlı eserde Freud’un metodolojisine övgüde bulunur; burada, Freud’un yönteminin yalnızca ampirizme dayandığını savunur—yani, hiçbir psikotik (ya da fiziksel) gerçeğin tesadüf olmadığının ortak deneyimidir.

O halde, her zaman neden-sonuç ilişkisi zincirine sahip olmalıdır; her mevcut zihinsel unsur, önceki psikik hallerin sonucu olup teoride analiz edilebilir olmalıdır ([10], para. 66).

Ancak, Freud’dan uzaklaştıktan sonra, Jung farklı bir görüş ortaya koyar: “rüyalar sıklıkla önceden hissedici niteliktedir ve tamamen nedensel bir bakış açısıyla bakıldığında özgün anlamlarını tamamen yitirir” ([11], para. 312).


Morton Prince’ın “Rüyaların Mekanizması ve Yorumu: Eleştirel Bir İnceleme” [12] adlı cevap makalesinde, Jung, Prince’ın Freud’un psikanalitik rüya oluşum ve yorum teorisine yönelik eleştirilerini çürütür.

Baştan, Jung, Freud’un teorisini destekleyici diplomatik bir tavır takınır.

Ancak, Jung, Prince’ın çalışmalarını titizlikle eleştirirken, zamanla şiddetli bir eleştiri ve hatta küçümseyici bir tutum sergiler.

Örneğin, Prince’ın hastalarının raporladığı “anksiyete rüyalarını”, Jung, “eğer Prince bize cinsel anksiyete teorisinin yanlış olduğunu ispatlamayı başaramazsa, cinsel teori açısından değerlendirmek gerektiğini” belirtir ([12], para. 184).

Jung, Prince’ın eleştirilerini, Prince’ın ortanca yaşlı bir kadın hastasının altı rüyasını yorumlamadaki hatalarını ve eksikliklerini göstererek titizlikle parçalar.

Bu aşamada Jung, Freud’un yaklaşımının, kişinin ne olduğunu bilimsel ve otantik bir şekilde tanımladığını iddia eder.

Buna karşılık, Prince’ın klinik vakalarını ahlaki yargılarla yorumlaması, kişinin ne olması gerektiğini dayatmaya çalışması, Jung için ciddi bir kusurdur.


Yukarıda bahsedilen üç makale Freud’u öven ve savunan nitelikteyken, “İlişkilendirme, Rüya ve Histerik Semptom” adlı makale, Jung’un, özellikle cinsel teoriye dayalı Freud’un rüya yorumlama teorisini titizlikle klinik uygulamaya nasıl uyguladığını örnekler.

Burada, Jung, Freudyen cinsellik temelli rüya yorumlama teorisine uygun analitik sürecini büyük bir detayla inceler.

Bu çalışmada, Jung, 24 yaşındaki bir hastanın dokuz seri rüyasını inceler.

Çalışma, alan kısıtlamaları nedeniyle burada daha fazla detaylandırılamayacak kadar karmaşık ve titiz bir vaka çalışmasıdır.

Yine de, hastadan doğrudan onay gelmediği ve “rüya yorumu ile hastalığın bütünsel analizi tamamlanmamış kaldığı” sonucuna varılmıştır ([2], para. 843).

Yine de, Jung, “kardeşle ilgili bir şeylerin, kardeş ilişkisinin ötesinde bir şey olduğunu” ve hastanın “Freudyen travmaya” sahip olduğunu sonucuna varır.

Jung, bu rüyaların tamamının “sadece çiftleşme temasını içeren yoğun bir cinsel kompleksi” işaret ettiğini belirtir [2].

Burada, Jung, Freudyen rüya analizinin, psikanalizin genel ilkelerine son derece sadık bir savunucusu olamazdı.


3. Jung’un Özgün Katkısı—Telafi Olarak Rüya

Jung’un, rüya yorumuna getirdiği özgün katkılar; telafi teorisi, sembolizm, doğrudan imge ilişkisi, arketipsel bilinçdışı, bireyleşme, iki-zihin çatışması ve rüyaların hem özne hem de nesne düzeyinde analizi gibi çok yönlüdür.

Muhtemelen, Jung’un rüya yorumuna dair en önemli katkılarından biri “telafi teorisi” olarak söylenebilir.

Bir anlamda, bu teori, Jungcu rüya yorumunun yapısının temel taşı haline gelmektedir.


1934’te Jung şöyle yazmıştır:

“Çok ileri giden her süreç, hemen ve kaçınılmaz olarak telafi gerektirir” ve “[t]elafi teorisi, psikik davranışın temel yasalarından biridir […] Bir rüyayı yorumlamaya koyulduğumuzda, her zaman şunu sormak faydalıdır: Bilinçli tutum neyi telafi ediyor?”

([5], para. 330)

Dolayısıyla, makalem, bu telafi kavramı ve pratiği üzerine odaklanacak ve diğer katkılarının, bu merkezi telafi teorisi etrafında bir yıldız kümesi oluşturduğunu öne sürecektir.


Jung’un rüyaların telafi edici doğasına dair görüşleri, birçok makaleye dağılmıştır.

Ancak üç makale, “Rüya Psikolojisinin Genel Yönleri” (bundan sonra Aspects olarak anılacaktır) [4], “Rüya Analizinin Pratik Kullanımı” (bundan sonra Practical Use olarak anılacaktır) [5] ve “Rüyaların Doğası Üzerine” (bundan sonra Nature olarak anılacaktır) [3], önemli dikkat gerektirmektedir.

Başlıklarından da anlaşılacağı üzere, Aspects, rüyaların birkaç önemli yönünü ele alır ve telafi teorisi ile klinik uygulamalarını tartışmaya geniş yer verir.

Practical Use, telafiyi “psikik davranışın temel yasası” ve “rüya yorumunun en iyi kanıtlanmış kurallarından biri” olarak tanımlar ([5], para. 330) ve ayrıca imge yönlü ilişkiler gibi metodolojik becerilerin ayrıntılarını ortaya koyar.

Nature, en kısa olanı, rüyaların gerçek doğası olarak telafi işlevini münhasıran tartışır.


Yeterince ilginçtir ki, editör notlarına göre, Aspects ve Nature’ın son baskıları aynı yılda (1948) yayımlanmıştır.

CW notlarından, hangisinin önce yazılıp yayımlandığını anlamak neredeyse imkânsızdır.

Sadece, CW içindeki sıralamaları, bilgili bir tahmin için tek ipucu olabilir.

Dolayısıyla, Aspects’in Nature’dan önce geldiği varsayılır.

Ben, Nature’a Aspects’ten daha fazla güveniyorum; yalnızca konunun münhasırlığı nedeniyle değil, aynı zamanda kaleme alındığı ve yayımlandığı varsayılan daha sonraki tarihten dolayıdır.


Aspects, Practical Use ve başka yerlerde tartışmalara rağmen, Jung’un telafi teorisinin olgunluğunu Nature belirlemiştir.

Rüya oluşumunun genel mekanizması açısından, telafi “[farklı verilerin ya da bakış açıların dengeleştirilmesi ve karşılaştırılması, böylece bir ayarlama ya da düzeltilme üretilmesi anlamına gelir]” ([3], para. 545).

Nature’da, telafi teorisi üç olasılık veya tezahür şeklinde özetlenir:

(1) zıtlıklar,

(2) hafif değişikliklerle tatmin ve

(3) paralellikler veya tesadüfler.

Bu terimlerin resmi tanımları şu şekildedir:


(1)

Telafi, bilinçli yaşam durumunun “büyük ölçüde tek taraflı” olması durumunda, bilinçli zihnin eğilimine karşıtlık olarak ortaya çıkar.


(2)

Telafi, bilinçli yaşam durumundan hafif modifikasyon veya sapma ile tatmin olarak ortaya çıkar; bu tür telafi aşırılığa gitmez ve “oldukça ortalama değerlere yakın”tır.


(3)

Telafi, bilinçli tutum “en iyi mümkün olan” ya da “doğru” ise, onunla vurgu yaparak ya da paralel olarak ortaya çıkar.

Bu tür telafi (yani, rüyada görülen, bilinçli yaşamda gerçekleşenle paralel olan) paralel telafi olarak da bilinir.


Jung’un, telafi teorisiyle ilgili örnek olarak verdiği vakaların çoğu, rüya tezahürlerinin zıtlık olarak ortaya çıktığını ima eder.

Aşağıdaki vakalar, bu kategori için tipiktir.


(A) Jung, son derece zeki bir kadın hastayı görmekteydi.

Jung’un onunla yaptığı rüya analizinde başlangıçta işler yolundaydı, ancak bir süre sonra yorumda tıkanıklık yaşadığını ve analizde yüzeysellik fark ettiğini gözlemledi.

Bunu hastayla paylaşmaya karar verdi.

Bir sonraki görüşmeden önceki gece, Jung şöyle bir rüya gördü:


“Geç öğleden sonra güneş ışığının alçak olduğu bir vadide bir otoyolda yürüyordum. Sağımda dik bir tepe vardı. Zirvesinde bir şato duruyordu ve en yüksek kulesinde, sanki bir balkon gibi bir yer üzerinde oturan bir kadın vardı. Onu tam olarak görebilmek için başımı geriye doğru eğmek zorunda kaldım. Uyandığımda ense bölgemde bir tutulma hissettim. Rüyada bile, kadını hastam olarak tanıdım.”


([7], s. 133; [13], para. 281)


Rüyanın yorumu, Jung için anında ve kristal netliğinde idi:

Eğer rüyada kadına bakmak için başını yukarı kaldırmışsa, uyanık yaşamda Jung’un muhtemelen kadına hem entelektüel hem de ahlaki olarak tepeden baktığı anlaşılmaktadır, çünkü Jung’a göre “rüyalar, sonuçta, bilinçli tutumun telafisidir” ([7], s. 133).

Jung, rüyasını ve yorumunu hastasıyla paylaştı ve bu, sonrasında tedavisinin etkisinde derhal olumlu bir değişiklik yarattı.


(B) Kendi bilinçli olarak, kendisini ahlaki açıdan hiçbir sorunu olmayan bir birey olarak gören bir hasta, “yolda kenarda bir hendek içinde, sarhoş bir serseri” rüyasını görür ([6], para. 507).


Nature’da, Jung, bazen ve belirli durumlarda, kalıtsal “leke”li bireylerin gizli psikotik durumlarında “telafinin yıkıcı eğilimlerin ağırlığı yüzünden ölümcül bir sonuca yol açabileceğini” uyarır ([3], para. 547).

Caifang J. Zhu [14] tarafından, analitik psikoterapi sürecinde bilinçdışının bilince entegrasyonu ve Daoist ya da Budist meditasyon pratikleri sırasında psikotik hale gelme olasılığı özetleyen kısa bir karşılaştırmalı çalışma sunulmuştur.


Telafi türleri 1 ve 2’ye dönersek, Daoist bilge ZHUANG Zi (庄子) (alternatif olarak CHUANG Tzu olarak da yazılır) ile başlayabiliriz; o, “gündüz düşündüğünü gece rüyasında görür” der.

Freud’un “gün kalıntısı” etkisinin bir öncülü olan Zhuang Zi, paralel rüyaların yaygınlığını ve benzer (hafif modifikasyon ile tatmin) tip rüyaları öne sürer gibi görünür.

H. Dieckman [15], Jung ya da onun analitik psikolojisinin, rüya ve uyanık deneyimler arasındaki farkları abarttığını sorgular.

G. William Domhoff, “rüya içeriği ile uyanık düşünce arasında bir süreklilik olduğunu” öne sürer ([16], s. 21).

Domhoff, rüya gören bilincin “uyanık yaşamın şaşırtıcı derecede sadık bir kopyası olduğunu” ileriye kadar gider ([17], s. 9).

Daha sonra, çeşitli araştırmacıların bulgularını ve görüşlerini özetledikten sonra tonunu yumuşatarak, “rüyaların, ayarlar, karakterler ya da etkinlikler açısından ara sıra olağandışı özellikler içeren, çoğunlukla uyanık hayatın makul simülasyonları olduğunu” belirtir ([17], s. 15).


Telafi teorisinin ikinci tezahürü, zıtlıkların tatminle hafif modifikasyon şeklinde ortaya çıkması, birinci tezahüre göre orantısız şekilde daha az ifade edilmiştir ve çok daha esrarengiz ve belirsizdir.

Nature’daki Jung’un bu tezahürü açıklamaları yalnızca Nature’ın para. 546 ve 568’inde birkaç cümleyle yer alır.

Bu göreceli küçülme, von Franz’ın Rüyalar adlı kitabında daha da açıklığa kavuşturulmuştur.

Orada, o, ikinci tezahürün “bilinç içeriğinin, çok dar olan ya da yeterince değerli görülmeyen (tamamlayıcı) kısımlarını tamamladığını” varsayar ([18], s. 4).

Bir örnek olarak, uyanık bilinçte heteroseksüel partnerine “yüzeysel hissedilen sempati” olan birinin, gece ise cinsel partneriyle tutkulu bir aşk senaryosu rüyası görmesi sunulur.

Bu örnekte, von Franz, rüyanın, uyanık yaşamda tanınan ama göz ardı edilen daha güçlü duygusal önemin tamamlayıcısı olduğunu öne sürer ([18], s. 4).

Burada tamamlayıcılık, telafi aracı olarak ortaya çıkar.

Yani, rüya gören, uyanık yaşamda bastırılmış olan duyguyu (“yüzeysel hissedilen sempati”) tam bir şekilde oynatır.


Jung, tezahür 3’ü, yani bilinçli durumla paralel olan ya da onaylayıcı telafiyi, aslında “oldukça nadir” olduğunu belirtir.

Jung, bunun nedeninin böyle olduğuna dair ayrıntıya girmez, ancak bu inancı esas olarak kendi deneyimlerine dayandırarak ileri sürer ([19], para. 48).

Jung sonrası kuramcılar, örneğin Thayer Greene [20], James A. Hall [21] ve Marie-Louise von Franz [17], bu “nadirlik” pozisyonuna (genellikle tezahür 2 için geçerlidir) bağlı kalmaya devam ederler.

Hall, bunu üç şekilde açıklamaya çalışır:


(1)

Paralel rüyaların raporu—Hall’ın “gerçeklik-olduğu gibi rüyalar” olarak adlandırdığı—çoğu zaman hatalıdır, çünkü sembolik öğeler dikkatlice sorgulandığında sıklıkla “rüya görenin uyanık yaşam gerçekliğinden önemli ölçüde farklı olduğu” ortaya çıkar ([21], s. 90).


(2)

Böyle rüyalar “gerçekten” rüya olmayabilir. Yani, böyle rüyalar, uyku sırasında, uyanık bilinçle benzerlik gösteren belirli bilinç seviyelerinde meydana gelebilir (örneğin meditasyon durumlarında) ([21], s. 90).


(3)

Eğer gerçekleşiyorsa, o zaman “bilinçdışı, uyanık durumu sanki rüyaymış gibi yorumlanmasını istemektedir” ([21], s. 91).


Jung’un, paralel rüyaların neden bu kadar nadir olduğu konusundaki açıklamasına ilişkin çok fazla ek referans bulunmamaktadır.

Benim hipotezim, bunun kişilik gelişimi (Jung anlamında benmerkezci vs. egomerçek merkezci), dönem (antik/ön-modern zamanlar vs. modern) ve kültürel ortam (diyalektişik/dinamik/bütünleyici kültür vs. ikili/rasyonel/lineer düşünce) ile ilgili olabileceğidir [22].

Muhtemelen, bu ikiliğin son kategorisine ait olan insanlar, önceki kategoriye göre daha egocentrik ya da daha az dengeli olduklarından, modern Batılılar genellikle bilinçli davranışları için daha fazla bilinçdışı telafi gösterirler.

Jungcu ve Jungcu olmayan rüya çalışanları için, belki de mevcut uyku ve rüya laboratuvarlarında deneysel çalışmalarla bu hipotezi araştırma zamanı gelmiştir.


4. Jung’un Rüyalar Üzerine Son Tutumu: Göreceli ve Akışkan

Yaklaşık 60 yıllık rüya yorumlama çalışmasından sonra, Jung, “Rüyaların Sembolleri ve Yorumu”nda şöyle sonuçlandırır:


“Rüya yorumuna dair hiçbir kural, hatta yasa yoktur; ancak rüyanın genel amacının telafi olduğu izlenimi vermektedir. En azından, telafi, rüya için en umut vaat eden ve en verimli hipotez olarak söylenebilir.”


([6], para. 507)


Jung, Doğu bilgelik geleneklerinden oldukça etkilenmiştir.

Birinin merak etmesi gerekir ki, Jung’un rüyalar üzerine nihai tutumunun ne kadarının Doğu’nun diyalektişik, dinamik ve akışkan felsefelerinin yansımasıdır.

Aynı doğrultuda, Daoist Yin-Yang düzenlemesi ve Tao hareketi olarak dönüşüm felsefesi ile, Herakleitos’a atıfta bulunduğu “enantiodromia” kavramının, Jung’un telafi teorisinin şekillenmesinde muhtemelen ne kadar etkili olduğu sorulabilir.

Bu çizgide, böyle bir hipotezi araştırmak ayrı bir makaleyi hak etmektedir.


Symbols adlı makale, muhtemelen Jung’un kendisinin yazdığı son makalelerden biridir, ya da en azından son makalelerden biridir; çünkü bu, 1961 yılında, Jung’un öldüğü yılda yazılmıştır.

Symbols’ın editöryal dipnotlarına göre, Jung bu makaleyi, kendisiyle birlikte dört meslektaşıyla birlikte, “İnsan ve Sembolleri” adlı bir sempozyuma katkı olarak İngilizce yazmıştır; bu, Jung’un fikirlerinin popülerleştirilmesine katkıda bulunmuştur.

Notlardan, Jung’un gerçekten sempozyuma katılıp katılmadığı bilinmemektedir.

Ancak, açık olan şudur ki, Jung’un makalesi, John Freeman ve Marie-Louise von Franz’ın gözetimi altında kapsamlı şekilde yeniden çalışılmış ve yeniden yazılmıştır; muhtemelen popüler bir sunum amacıyla.

Burada, CW 18’de toplanan versiyon, neşe kaynağımız olan, Jung’un orijinal metnidir.

Ancak, metin, CW’nin hacimli çevirmenlerinden R. F. C. Hull tarafından revize edilmiştir.

Küçük yer değiştirmeler dışında, orijinal organizasyon düzeni büyük ölçüde korunmuştur.

Dört bölümün başlıkları ve alt başlıkları, üretim sonrası eklenmiştir.


Jung’un, Symbols’ta, rüyalar konusundaki belirleyici tutumunun özgünlüğü, daha geniş bağlamsal bir çalışmadan destek bulur.

Symbols’ın dördüncü bölümünde (“Rüya Yorumlamada Tiplerin Problemleri”), bu belirleyici tutum, farklı ifadelerle tekrar tekrar dile getirilir.

Örneğin, [6] numaralı paragraf 495 şöyle der:

“Yorum süreci, analistin ve analiz edilenin iki zihninin çatışmasından ibarettir, önceden belirlenmiş bir teorinin uygulanmasından değil.”

Bir rüya yorumlama süreci ya da sistematik rüya analizi, iki zihnin çatışmasını gerektirir; Jung için, onların tutum tiplerinin aynı olması büyük fark yaratır.

Kendisi içedönük iken, dışadönük olan Freud, içedönük hastaları, kendilerine aşırı kapılmış morbid kişiler olarak küçümsemiştir ([6], par. 498–499).

Analist ile analiz edilen arasındaki dinamik, herhangi bir önceden belirlenmiş teoriye nazaran, rüya yorumlama sürecinin büyük kısmını belirler.

Bunun yanında, Jung şöyle yeniden teyit eder:


“Başkasının rüyasını anlamak istiyorsanız, kendi önyargılarınızdan feragat etmeli ve kendi eğilimlerinizi bastırmalısınız […] kendi bakış açınızı eleştirmeye çaba göstermez ve onun göreceliliğini kabul etmezseniz, ne analiz edilenin zihni hakkında doğru bilgi edinirsiniz ne de yeterli içgörü kazanabilirsiniz […] terapi sürecinde, analistin teorik beklentilerinin tatmin olmasından ziyade, hastanın anlaması daha önemlidir.”

—[6], para. 505


Burada, Jung, herhangi bir teori, kendi teorisi de dahil, gerçeğin göreceliliğine işaret etmektedir.

Böylece, o, insan merkezli psikolojiyi ve danışan merkezli psikoterapi yaklaşımını öncülüğünü yapmaktadır.


Freud, rüya yorumunun yolunun bilinçdışına açılan ana yol olduğunu söylerken, Jung da aynı fikri paylaşmaktadır.


Rüyaların Doğası Üzerine Çalışmalarımın Genel Çerçevesi


Giriş

(Devam eden kısımda, Jung’un rüyalar üzerine makalelerinin incelemesi, farklı dönemlerini, telafi teorisinin gelişimini, Doğu düşüncesi, bilişsel ve nörobilimsel rüya teorileri ile ilgili tartışmalar yer almaktadır. Yukarıdaki metin, Jung’un rüya teorisinin evrimi, Freud ile olan ilişkisi ve telafi teorisinin farklı tezahürleri üzerine detaylı açıklamalar içermektedir.)

5. Bilişsel ve Nörobilimsel Rüya Teorilerinden Zorluklar ve Doğrulamalar

(Harry T. Hunt [30], rüya oluşumunu, sol yarımküre beyin yapıları tarafından aracılık edilen dil ve hafıza işlevlerini vurgulayan rüya psikolojisi ile, sağ yarımküre tarafından aracılık edilen imgelersel ve organizmik–bütüncül bilişi vurgulayan rüya psikolojileri arasında ayıran bilişsel psikolojik bir yorum geliştirmiştir.

Bu iki grup, Freud, David Foulke ve Allan Hobson tarafından temsil edilen ilk grup ile Jung ve James Hillman [31] tarafından temsil edilen ikinci grup olarak ayrılır.

Hunt, “rüyaların çok anlamlılık ve çoklu anlamı”nı, “tek sabit yorumlayıcı anlam ya da altta yatan yapı olmadığını” ileri sürerek reddeder ([30], s. 208).

Bu, Jung’un rüya yorumları üzerindeki nihai tutumuyla yankı uyandırır.

Hobson, sol beyin rüya psikolojisini analiz eden grupta yer alsa da, konunun karmaşıklığını, meslektaşı Bob Stickgold’u alıntılayarak “Freud’un yüzde 50 doğru, yüzde 100 yanlış olduğunu” belirterek vurgular ([32], s. 148).

Ayrıca, Hobson, Jungcu katkıları tamamen eleştirel bir şekilde reddetmekten ziyade, onlara daha olumlu ve takdir edici bir yaklaşım sergiler.

Jung’un rüya teorisi ile ilgili olarak, Hobson ve Hunt en azından şunu söylemektedir: her ikisi de Jung’un rüya teorisinin özünü telafi olarak neredeyse hiç bahsetmemektedir.


Hunt, rüya oluşumunda imgelem sembolik bilişsel sunum sürecini, dil ve düşünce ile işaretleme yapan sol yarımküre bilişi üzerine öncelik tanıyarak, uzun süreli rüya sürecini haklı çıkarmak için büyük çaba sarf eder.

Jungcular açısından bu, özellikle arketipsel ya da titanik rüya imgelerinde, rüya imgelerinin merkeziliğini doğrular.

Jean Knox [29,33] ise, Jungcu yaklaşımdaki bilinçdışı yapıları, örneğin arketipler ve Benlik’i aşırı nesnelleştirdiklerini ileri sürer.

Onun sorguladığı imge şemaları ya da arketipler, “doğuştan gelen kalıtsal bir psikotik bileşenden ziyade, erken gelişimsel kavramsal bir başarıdır” ([32], s. 316).

Ayrıca, arketip kavramı “en erken doğru kavram” olarak görülse de, “motor soyutlamadan sonra, soyutlama/ayrışma süreci tamamlandığında gelişir” ([33], s. 316).

Knox [33], aynada yansıtıcı nöronların niyetliliğinin (niyetliliği nasıl tanımladığına bağlı olarak) aktivasyonunun, kavram oluşumunun ortaya çıkışına nasıl yol açtığını, sosyal ya da kişilerarası etkileşimin nasıl ortaya çıktığını açıklamak zorundadır.


Hunt, “gerçeklik” olarak adlandırılan şeyin bir illüzyon ya da rüya olduğunu öne süren düşüncesini, kültürlerarası perspektiflerden yola çıkarak tartışmıştır.

O, “uzun süreli meditasyon pratiğinin, uyanık gerçekliği rüya kadar geçici hale getirdiğinde, usta özgürleşir” ([30], s. 217) demiştir.

Ancak, Descartes’ın Batı’daki pozitivizmi ve rasyonelliği nedeniyle, hayatı bir rüya olarak görmek, “her ne pahasına olursa olsun reddedilmesi gereken metafizik bir korku” olarak görülür ([30], s. 217).

Birçokları gibi, burada Hunt, Batı entelektüel geleneğinin birkaç yüz yıllık seçkin dönemini, Doğu bilgelik geleneklerinin binlerce yıllık geçmişiyle karşılaştırırken dengesiz bir yöntem kullanma riskini göze alır.

En iyi ihtimalle, o, Batı’nın seçkin birkaç yüz yıllık geleneği ile binlerce yıllık Doğu bilgelik gelenekleri içinde var olan çeşitli rakip okulları karşılaştırmaktadır.


Hobson [28,31], rüya bilimi konusunda, REM uykusunu üreten beyin sapı aktivitelerine dayalı aktivasyon–sentez teorisine indirgemeye yönelik ampirik bir pozisyon alır.

Hobson’a göre, uyurken beyin, rastgele ve refleksif olarak kendini beyin sapında aktive eder; bu rastgele aktivasyonlar, frontal loblarda sentezlenir.

Jung’un rüya yaklaşımına ilişkin olarak, Hobson’un ana eleştirisi, rüya içeriklerini öyle bir noktaya indirgemek ki, artık analiz etmeye değmez hale gelmesidir; bu indirgeme, rüyaların temelde beyindeki biyokimyasal aktiviteler olduğu ve deliryum ya da psikoz kadar “anlamsız” olabileceği önerisine dayanır.

Böylece, rüyanın ne anlama gelebileceğini sormak yerine, Hobson, paradigmayı değiştirerek, rüya ile ilgili zihinsel (algısal, bilişsel ve duygusal) özelliklerin ne olduğunu sorgulamaya başlar.


Yine de, burada Hobson’un görüşlerinin dikkat çekici iki ana nedeni vardır.

İlk olarak, Hobson, Jung’un rüya teorisini telafiye indirgememektedir.

Bunun yerine, Hobson, “Jung’un rüya teorisinin, Freud’un karanlık ve patolojik yaklaşımlarına zıt olarak, şeffaflık ve yaratıcılığı vurguladığını” belirtir ([28], s. 65).

Hobson, “yaratıcılık” derken, Jung’un rüya teorisinin üçüncü evre gelişimsel yolculuğunu, yani açıklığın, akışkanlığın ve göreceliliğin belirleyici özelliklerini onaylıyor olabilir mi?

Muhtemelen evet.

Bilişsel anlamda, yaratıcılık, alışılmış zihin yapısının özgürlüğünü ya da açıklığını varsayar.

“Şeffaflık” ile Hobson, muhtemelen Jungcu rüya sembolizminin yönlendiriciliğine, evrensel insan kaygılarını doğrudan ifade eden bilinçdışından ortaya çıkan yönlülüğüne atıfta bulunmuştur.

Hobson, Greene, Hall, Samuel ve Whitmont [34] gibi isimler, Freud’un gizleme–sansürleme teorisine göre, Jung’un doğrudanlığını takdir ederler.

Jung’un, rüya içeriklerinin gizlenme işlevine inanmadığını belirten Hobson, “rüyalar, duyguları ve içgüdüleri ortaya çıkarır” der; bu nedenle “gizleme–sansürleme yalnızca gereksiz değil, yanıltıcı hatta tamamen hatalıdır” sonucuna varır ([31], s. 151).


İkinci olarak, Hobson’un görüşlerinin dikkat çekici olan bir diğer noktası, Jung’un bilime ilişkin belirsiz ama pragmatik tutumuna dair olup, Hobson, Jung’u, William James ile paylaştıkları psiko-spiritualite ilgi alanları nedeniyle aşağıdaki gibi tanımlar:


“Pragmatik ve deneysel, onlar, bilimsel olarak gerekçelendirilmemiş hiçbir hipotezi kabul etmeyi reddederler. Bu arada, açıklanamayan olgular varlığını reddemez, ‘ex cathedra’ olarak kabul ederler. Böylece, James ve Jung’un görünürdeki dindarlığı, esas bilimsel titizliklerini gölgede bırakabilir.”

—[28], s. 67–68


Hobson’un yorumu iki anlam taşır.

İlk olarak, bu, yukarıda belirttiğimiz argümanı destekler; Jung, rüyalar (varsa, kendi teorisini) uygulamada açık, akışkan ve göreceli bir durum olarak görmüştür.

Böyle bir durum, iki-zihin terapötik dinamiğinde yaratıcılığı, sürekli değişen içsel ve kişilerarası unsurları içerir ve özne-nesne düzeyinde yorumlama gerektirir.

İkincisi, Jung’u bir bilim insanı yerine pragmatist (yani, pragmatik analist) olarak görmek daha uygun görünmektedir; Jung, bazen kendisini bilimsel olarak iddia etmiş ve “üzülerek” bilimsel normlardan çok sapma gösterdiğini kabul etmiştir [29].

Jung’un çalışmaları, fenomenologlar, varoluşçular, hermenötikler ve insan merkezli ve transpersonel psikologların, post-modern çağın başlangıcından bu yana savundukları insan bilimlerinin örneğidir; bu bireyler, Batı doğa bilimlerinin aşırılığına ve hakimiyetine karşı mücadele etmektedirler [26,27,35].


Hobson, yeni rüya teorisinin en önemli sonucunun, belirli kimyasal ve bölgesel tipteki beyin aktivasyonunun her zaman halüsinasyon, aşırı çağrışım, aşırı duygusallık, yanlış inançlar ve diğer bilişsel hataları üreteceğini öngörebileceğini iddia eder.

Bu, rüyalar için bilimsel tahminin şu ana kadar gidebildiği noktadır, ancak rüya içeriklerinin resmi psikolojik analizini, içerik analizinin erişiminden uzaklaştıracak kadar yeterlidir.

—[32], s. 158


Rüya oluşum teorisinde, Hobson, deneysel verilerle (çoğunlukla hayvanlar üzerindeki ampirik veriler aracılığıyla) rüyaların biyokimyasal olarak aracılı olduğunu ve beyin içindeki bölgeler tarafından güçlendirildiğini kanıtlamak için büyük çaba sarf eder.

Örneğin, “REM uykusu rüyasının, noradrenalin ve serotonin seviyeleri çok düşükken asetilkolin tarafından aracılık edildiğini güvenle söyleyebiliriz” der ([32], s. 69).

Bununla birlikte, kolinergik nöronların uyarılabilirlik seviyesi, “genetik ve deneysel faktörlerin geniş bir yelpazesi tarafından, normal gelişim, öğrenme, hafıza ve hatta ruh hali ile mizaç ile ilişkili olarak, uzun ve kısa vadeli farklılıklar yaratmaya tabidir” ([32], s. 70).

Beyni, “kendini aktive eden beyin” kavramına indirgediği için, rüya sürecini asetilkolin uyarısına indirgerken, Hobson yine “beyin-zihin” terimini kullanarak, kendini aktive eden beynin “öznelik kapasitesinin hala açıklanmayı beklediğini” kabul eder ([31], s. 64).


Hobson, indirgemeci yaklaşıma karşı, neden rüyaların bu kadar aşırı çağrışımcı, içgüdüsel, duygusal ve algısal yoğun olduğunu, “bu işlevleri destekleyen beyin bölgelerinin daha aktif olmasından” kaynaklandığını savunur ([32], s. 113).

Aynı şekilde, neden rüya sırasında zaman, mekan ve kişiyi takip edemediğimizi, ya da rüya sırasında rasyonel ve eleştirel düşünemediğimizi, o zaman bu beyin bölgelerinin fonksiyonel olarak daha az aktif olmasından kaynaklandığını belirtir.

Hobson, “İşte bu, indirgemeciliğin gerçek anlamıdır” der ([32], s. 113); bu, onun indirgemecilik anlayışının, tek nöronal seviyeden (asetilkolin) beyin bölgelerine kadar esneklik gösterdiğini ima eder.

Alternatif olarak, o, aktivasyon–sentez teorisinin sinerjik bileşeni aracılığıyla katı indirgemecilikten kaçınır.

Hobson, uyku sırasında beyin sapının rastgele kendini aktive etmesiyle, ön beyin bu rastgele aktivasyonu uyanık deneyime benzer bir şeye sentezlediğini öne sürer.

Hobson, bu şekilde indirgemeciliğini hafifletse de, Knox, bağlanma teorisine başvurarak indirgemeci bir tuzağa düşmemek için argüman öne sürer.

Knox, “birçok hastanın, teleolojik ya da benzeri altı seviyeden herhangi birinde sıkışıp kalmalarını gösteren klinik olguların, tüm özgüven referans çerçevelerini entegre edebilen soyut, genelleştirilmiş özgüven imge şemasının gelişememesinin bir başarısızlığı olarak görülebileceğini” sonucuna varır ([33], s. 320).

İmge, Jung’un rüya yorumlamasında kullanılan anahtar kelimelerden biridir.


Hobson’un aktivasyon–sentez rüya oluşum teorisi, 1997’den beri Mark Solms [17] tarafından eleştirilmiştir.

Nörofizyolojik araştırmalarına dayanarak, Solms şunları bulur:

(1) Rüya, Hobson’un REM uykusunu üreten pons bölgesinden birkaç santimetre uzakta, orta beynin ventral tegmental alanından kaynaklanır;

(2) Birçok rüya REM uykusu dışında da meydana gelebilir (Hobson’un açıklamaya çalıştığı bir fenomen); ve

(3) Rüya sürecini modüle etmek ve güçlendirmek için önemli olan, asetilkolin yerine yüksek düzeyde dopamindir [17,36].


Domhoff, Hobson ve Solms arasındaki ampirik ve son derece teknik farkların, araştırma bulgularıyla çözümlenebileceğini savunur.

Böylece Domhoff, her iki ismi de “sıkı düşünceli” bilim insanları olmakla suçlar ve nöropsikolojik spekülasyon ve teorilerinin büyük bir kısmını “rüya içeriği üzerine elde edilen ana bulgulara aykırı olduğu için” reddeder ([17], s. 17).

Bunun yerine, Domhoff, “yeni bir nörobilişsel rüya teorisi” çağrısında bulunur ([17], s. 18) ki bu teori, rüya oluşumu ve uyanık bilişlerle ilgili çalışmaların, mevcut nörobilimsel teknolojiler ve bulgularla harmanlanmasını sağlar.

Bu, hem rüya oluşumunu hem de yorumunu çalışmada, Jung’un vurguladığı rüya içeriğinin değerini bilişsel ve nörobilimsel bulgularla bütünleştiren mantıklı bir yeni yaklaşım gibi görünmektedir.


5. Sonuçlar

Jung’un rüya teorisinin tam panoraması, evreler arasında örtüşmeler olsa da, üç dönem içermelidir.

Eğer bu evrelerden birini diğerlerinin pahasına ayırırsak, sadece kısmi bir resim sunmuş oluruz.

Bu makaledeki gelişimsel ayrım, sağlam bağlamsal ve metinsel tefsir içermekte olup, birincil kaynakları (çoğu İngilizce çeviriler olsa da) kullanır.

Bilinçdışı telafi, paralel ya da hafif modifikasyonla tatmin şeklinde tezahür etmesinin neden bu kadar nadir olduğuna dair hipotezler öne sürülmüştür.

Doğu düşüncesinin, fenomenoloji ve pragmatizmden olası etkilerine dair referanslar da kısaca anılmıştır.

Bilişsel ve nörobilimsel rüya oluşum teorileri, Jungcu rüya teorisinin, rüyalar ve yorumuyla ilgili yönlerini hem zorlar hem de doğrular.

Rüyaları anlama çabamız, daha bütünleştirici uygulamalara ihtiyaç duyar.

Bilişsel ve nörobilimsel yaklaşımlar, Jungcu yaklaşım ile verimli bir şekilde birleştirilmelidir.


Carl Gustav Jung ve psikolojisini eğlendirerek öğreten ve dünyada tek olan bir roman serisi olduğunu biliyor muydunuz? Daha fazla öğrenmek için lütfen tıklayınız. 



Büyük Sır Üstadı serisi 4 kitap birarada

Comments

Rated 0 out of 5 stars.
No ratings yet

Add a rating

Bu blog içeriği konusunda her türlü istek ve şikayetinizi aşağıdaki e-postaya yazabilirsiniz.

©2024 Bilinçdışı Yayınları A.Ş.

bottom of page